Notice: Trying to access array offset on value of type null in /home/tsstfrm/public_html/Sources/Load.php on line 2074

Notice: Trying to access array offset on value of type null in /home/tsstfrm/public_html/Sources/Load.php on line 2074

Notice: Undefined index: googletagged in /home/tsstfrm/public_html/Sources/GoogleTagged-Integrate.php on line 35
Sezai Karakoç

Gönderen Konu: Sezai Karakoç  (Okunma sayısı 26786 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı stalker

  • Grupsuz
  • *
  • İleti: 1986
  • Cinsiyet: Bay
Sezai Karakoç
« : Eylül 17, 2008, 01:31:17 ÖÖ »
SEZAİ KARAKOÇ (1933-...)



Hayatı

Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde, 22 Ocak 1933’te doğmuştur.Babasının koyduğu isim olan Muhammed Sezai, bir karışıklık sonucu nüfus kayıtlarına Ahmed Sezai olarak geçmiştir.

Babası üç erkek kardeşin en küçüğü olan Yasin Efendi, orta halli bir tüccardır. Ömrünce ticaretle uğraşan ve buradan kazandıklarıyla maişetini temin eden Yasin Efendi, 1963 yılında 74 yaşındayken Ergani’de vefat etmiştir.

Annesi Emine Hanım, nüfus memuru olan Ahmet Efendi’nin kızıdır.Aile reisinin görevi gereği, aile, bazı ilçeleri dolaşmış, yerleşik bir hayat sürememiştir.Emine Hanım 1957 yılında, 52 yaşındayken vefat etmiştir.

Sezai Karakoç, babasının babasını ve babaannesini de görmediği gibi, annesinin babasını da görmemiştir.Yalnızca, anneannesi Zülfiye Hanımın sağlığına yetişebilmiştir.

Çocukluğu, babasının işi sebebiyle Ergani, Maden ve Piran’da geçmiştir.4 yaşında evlerinin bahçesindeki havuzda oynarken boğulma tehlikesi geçirir.1938 yılında Ergani’de üç ay kadar ilkokul öncesi ihtiyat sınıfına devam eden Sezai Karakoç, 6 yaşındayken ilkokula başladı.

1939 güzünden 1940 yazına kadar Piran’da(şimdiki Dicle) kaldığı için ilkokul 2. sınıfı orada okumuş, ilkokulu 1944 yılında Ergani’de tamamlamıştır (Okulu 10 yaşında bitirecekken amcazadesi olan bir öğretmenin ısrarıyla, yaşının küçüklüğü bahane edilerek, 4. sınıfa 2 sene devam etmiştir.).İlkokul çağında, babasının da etkisiyle, büyük bir okuma aşkı başlar.Bir antoloji’den Ziya Paşa’nın, Mehmet Akif’in, Tevfik Fikret’in, Ziya Gökalp’in, Süleyman Nazif’in yazılarını, şiirlerini; sonra bir İslam Tarihi kitabının iki cildini okur.İlkokulda, bir okuma kitabından eski yazıyı(Osmanlı yazısını) kendi kendine öğrenir.

Maraş ortaokuluna parasız yatılı olarak kaydolmuştur.Çok başarılı bir ortaokul devresi geçirir.Hatıralarında Türkçe hocasının kendisine çok büyük övgü ve iltifatlarda bulunduğunu, beden eğitimi öğretmeninin kendisine “koca filozof” lakabı taktığını anlatır.Bu yıllarda okuma tutkusu artarak devam etmiş, yerli ve yabancı bir çok klasik eseri hocalarının da teşvikiyle okumuştur.Ortaokul yıllarında evden Maraş’a götürdüğü bir kitaptan, gizli gizli, kendi kendine Arapça ve Farsça’yı öğrenmeye çalışır.Hatıralarında “emsile”yi ezberlediğini, Farsçasını da oldukça ilerlettiğini kaydeder.Yine bu ortaokul yıllarında üzerinde derin etkiler bırakan Büyük Doğu ile tanışmıştır.

1947’de ortaokulu bitirip Gaziantep’te, yine parasız yatılı olarak lise öğrenimine başlar.Lise yıllarında Büyük Doğu ciltlerinin tamamını okuma fırsatı bulur.Ayrıca Ülkü, İnsan, Oluş, Varlık, İstanbul gibi dergileri okuma ve inceleme fırsatı elde etmiştir.Şiire olan ilgisi ve şiir denemeleri bu dönemde artar.1950’de Gaziantep Lisesi’nden mezun olur.

Felsefe okumak istediği için İstanbul’a gider.Halbuki babasının isteği ve tavsiyesi İlahiyat Fakültesi’ne devam etmesidir.Kendi imkânlarıyla okuyamayacağını anlayınca, parasız yatılı kısmı bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi Sınavına girer.Sınav sonuçlarını beklerken felsefe bölümüne de kaydını yaptırmıştır.Eğer kazanamazsa felsefe okuyacaktır.Bu arada Necip Fazıl’la tanışıp, Moda’daki evine konuk olur.İlk defa burada “üstad”ıyla sohbet etme fırsatı ve şansı bulur.

Nihayet Ekim ayının (1950) sonuna doğru sınav sonuçları açıklanır.Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazanarak yüksek öğrenimine başlamıştır.1951 yılında, birkaç kişilik arkadaş grubuyla, sık sık, Ankara’da bulunan Necip Fazıl’ı dinlemeye gider.Bu yıllarda (1950-51) ders çalışmak, sosyolojiyle, felsefeyle ilgili kitaplar okumanın dışında birçok da şiir yazar.Fakat, yazdıklarını yayınlamayı düşünmez.1951 güzünde yazdığı Yağmur Duası şiiri, Temmuz 1952’de Mülkiye dergisinde yayımlanır.1952 baharında, 19 yaşındayken, Mona Roza(Monna Rosa) şiirinin ilk bölümünü yazar.Şiir, Hisar dergisinin Haziran 1952 tarihli 26. sayısında M. Sezai Karakoç imzasıyla yayımlanır ve büyük bir ilgiyle karşılanır.

1952 yılında, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Karakoç’la aynı sınıfta okuyan Nejat Tunçsiper, Mülkiye isimli bir dergi çıkarır.Pek gönüllü olmasa da, Karakoç, Mülkiye dergisine şiirler ve yazılar vermiştir.Dergide savunulan düşünceler, görüşlerine uygun düşmediği için fazla ilgi göstermemiş, 1955’te yeniden çıkan dergiye ısrar üzerine verdiği bir iki hikaye de kaybolmuştur.Cemal Süreya’nın gizli gizli şiir yazdığını bilen Karakoç, dediğine göre, onun da dergiye yazı ve şiir vermesi için ısrar etmiştir.1955’te, bir yıl gecikmeyle, fakültenin mali şubesinden mezun olmuştur.

Fakülteyi bitirince bir ara asistan olmayı düşünür.Ancak , fazla para kazanıp ailesinin maişetine katkıda bulunmak niyetinde olduğu için bu düşüncesinde vazgeçer.Çünkü, bugün olduğu gibi, o zaman da araştırma görevlileri aldıkları maaşlarla ancak kendi karınlarını doyurabiliyorlardı.

Mecburî hizmetinin de zorlamasıyla Maliye Bakanlığı’nda göreve başlar (30.11.1955.). Hazine Genel Müdürlüğü Dış Tediyeler Muvazenesi bölümüne atanır. Bakanlıktaki bu memuriyetin bir istikbal vaat etmediği gerekçesiyle maliye müfettiş yardımcılığı sınavına girer.İmtihanı kazanıp 11 Ocak 1956’da adı geçen göreve başlamıştır.

1957 yılı, Sezai Karakoç için hüzünle, acıyla dolu bir yıl olur.Bu yıl, çok sevdiği annesini kaybetmiştir.Bu olay, Karakoç ve ailesi için büyük bir “yıkım” olmuştur.Bunalımlı olan kardeşi, bu olaydan adeta kendini sorumlu tuttuğu için durumu daha da kötüleşir. Annesinin ölümünden duyduğu üzüntüyle, bu günlerde, içinde bulunduğu ruh haliyle Yoktur Gölgesi Türkiye’de şiirini yazmıştır Sezai Karakoç.Yine bu yıl, arkadaşı Cemal Süreya’nın gönderdiğini söylediği Balkon şiiri Pazar Postası’nda yayınlanır.

6 Ocak 1959’da, “Sirkeci İnfilakı” diye anılan ve 40 kişinin öldüğü olayda, Karakoç da duvarda asılı duran aynaların üzerine düşmesiyle yaralanmıştır.Sezai Karakoç bu olayın etkisiyle Ben Kandan Elbiseler Giydim Hiç Değiştirsinler İstemezdim isimli şiirini yazar.

Karakoç, 3 Şubat 1959’da İstanbul’da gelirler kontrolörü olur.Bu yılın sonlarında bir ara Ankara’ya çağrılır ve Yeğenbey Vergi Dairesinde çalışır.Tekrar İstanbul’daki kontrolörlük görevine döner.Görevi gereği çıktığı seyahatler sayesinde Anadolu’yu gezme ve tanıma imkânına sahip olmuştur.Birçok il ve ilçeyi dolaşmıştır.

1960 baharında, Sezai Karakoç, epeydir düşündüğü Diriliş dergisini çıkarmaya başlar.Fakat dergi Nisan ve Mayıs aylarında olmak üzere ancak 2 sayı çıkabilmiş 27 Mayıs darbesi yüzünden devam edememiştir.

1960-1961 yıllarında askerlik hizmetini, yedeksubay olarak Ağrı’da tamamlamıştır (Silah altına alınma:01.07.1960, yedek teğmen rütbesiyle terhis: 30.12.1961).

Askerlik sonrası eski memuriyetine devam etmiştir.Yeni İstiklâl ve İstanbul’da yazıları yayımlanır.40 yıllık yazı hayatı boyunca, Sezai Karakoç’la yapılan tek röportaj, Kilis’te mahallî bir gazete olan Kent’te 3-4 Nisan 1964’te çıkmıştır.21 Haziran 1965’te istifa ederek resmî görevinden ayrılmıştır.

Memurluktan ayrıldıktan sonra maddi sıkıntıya düşer.Bu durum düşünce ve sanat hayatını da etkiler. Bugünlerde arkadaşı Cemal Süreya ile sık sık Galata Köprüsü’nde buluşup neler yapabileceklerini konuşurlar.Mart 1966’da bir arkadaşından aldığı ödünç parayla Diriliş dergisini çıkarmaya başlar.17 Ekim 1967’de İslamın Dirilişi adlı kitabı mahkeme kararıyla toplatılır.1968’de Milli Türk Talebe Birliği tarafından “Sanat ve Edebiyat Armağanı” verilir.

1970 yılı içinde, “nemzatör grubuna dahil menfadaki Macar yazarları takdir ve şükranlarının nişanesi olarak” Sezai Karakoç’a bir berat verilir.Münih, 15.06.1970 tarihini taşıyan bu beratla birlikte bir de “Hürriyet Madalyası” sunulmuştur.Berat ve madalya, Karakoç’a “Macaristan ve Avrupa’nın uğruna gösterdiği işbirliği ve karşılıksız moral desteğinden dolayı” takdim edilmiştir.

1971 yılında, tekrar bakanlıktaki görevine döner ve gelirler kontrolörü olur.Daha sonra Gelirler Genel Müdürlüğü İdari Davalar Müşavirliği görevini yürütür.Bu arada, Karakoç’a İslamın Dirilişi davasında bir yıl, bir ay, on gün mahkumiyet; bir yıl da sürgün cezası verilir.Bir yıllık bu sürgün cezası, İstanbul’da Sultanahmet semtinde kalınmak suretiyle çekilecektir.Yazılar davasında da altı ay hapis cezasın çarptırılır.Ancak bu ceza paraya çevrilir ve tecil edilir.Karakoç için verilen bu mahkumiyet ve sürgün cezaları, Ankara’da memuriyete devam eden Sezai Karakoç’a tebliği edilemediği için, birkaç yıl sürüncemede kalmış ve 1974’teki genel afla ortadan kalkmıştır.Bu sırada, tayinini İstanbul’a aldıramayınca, Karakoç, devlet memuriyetinden tekrar istifa eder.İstifa ettiği 1973 yılından bu yana hiçbir resmi görev almamıştır.

1 Temmuz 1974’ten 31 Ağustos 1974’e kadar aralıksız 62 gün Milli Gazete’de “Sûr” köşesinde günlük yazılar yazar.Eylül 1974’ten itibaren Diriliş’i tekrar çıkarmaya başlar ve Ağustos 1978’e kadar 60 sayı çıkar.

1982’de yayımlanan Hikayeler II adlı eseriyle, Türkiye Yazarlar Birliği tarafından yılın hikayecisi seçilmiştir.

1988’de yine Türkiye Yazarlar Birliği tarafından yılın üstün başarılı şahsiyeti seçilir.

2007 Kültür ve Turizm Bakanlığınca her yıl verilen Kültür ve Sanat Büyük Ödülüne layık görülür.

1990 yılında (26 Mart) Diriliş Partisi’ni (DİRİP) kurdu.Yedi yıl, adı geçen partinin başkanlığını yürüttü.19 Mart 1997 tarihinde partisi Anayasa Mahkemesi tarafından üst üste iki genel seçime katılmadığı gerekçesiyle kapatıldı.

Çevrimdışı stalker

  • Grupsuz
  • *
  • İleti: 1986
  • Cinsiyet: Bay
Sezai Karakoç
« Yanıtla #1 : Eylül 17, 2008, 01:33:42 ÖÖ »
KİTAPLARI

Edebi Eserleri

Şiir:

1.

Şiirler I –Hızırla Kırk Saat-
2.

Şiirler II -Taha’nın Kitabı/Gül Muştusu-
3.

Şiirler III -Körfez, Şahdamar, Sesler-
4.

Şiirler IV -Zamana Adanmış Sözler-
5.

Şiirler V -Ayinler-
6.

Şiirler VI -Leyla ve Mecnun-
7.

Şiirler VII –Ateş Dansı-
8.

Şiirler VIII -Alınyazısı Saati-
9.

Şiirler IX -Monna Rosa/İlk Şiirler

Çeviri Şiir:

10.

Batı Şiirlerinden -çeviriler-
11.

İslamın Şiir Anıtlarından

Hikaye:

12.

Hikayeler I –Meydan Ortaya Çıktığında-
13.

Hikayeler II –Portreler-

Piyes:

14.

Piyesler I
15.

Armağan

Deneme:

16.

Edebiyat Yazıları I -Medeniyetin Rüyası Rüyanın Medeniyeti Şiir-
17.

Edebiyat Yazıları II -Dişimizin Zarı-
18.

Edebiyat Yazıları III –Eğik Ehramlar-

İnceleme:

19.

Mehmed Akif
20.

Yunus Emre
21.

Mevlana

Çeviri Yazı:

22.

Çağdaş Batı Düşüncesinden –çeviriler-

Fikir Eserleri:

23.

İslam
24.

İslamın Dirilişi
25.

Farklar
26.

Dirilişin Çerçevesinde
27.

İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü
28.

Kıyamet Aşısı
29.

Sütun
30.

Ruhun Dirilişi
31.

Çağ ve İlham I
32.

Çağ ve İlham II
33.

Çağ ve İlham III
34.

Çağ ve İlham IV
35.

Sûr
36.

Diriliş Neslinin Amentüsü
37.

İnsanlığın Dirilişi
38.

Yitik Cennet
39.

Gündönümü
40.

Diriliş Muştusu
41.

Makamda
42.

Gün Saati
43.

Düşünceler I
44.

Düşünceler II –Kurumlar-
45.

Fizik Ötesi Açısında Ufuklar ve Daha Ötesi I
46.

Fizik Ötesi Açısında Ufuklar ve Daha Ötesi II
47.

Fizik Ötesi Açısında Ufuklar ve Daha Ötesi III
48.

Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı I
49.

Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı II
50.

Unutuluş ve Hatırlayış
51.

Tarihin Yol Ağzında
52.

Varolma Savaşı



Kaynak Eser:

Turan Karataş, Doğu’nun Yedinci Oğlu Sezai Karakoç, Kaknüs Yayınları, 1.Basım,Eylül 1998 İstanbul



*Yazarı bütün eserleri kendi kurup yönettiği Diriliş Yayınları tarafından basılıp dağıtılmaktadır.

DİRİLİŞ YAYINLARI

P.k. 1279 Sirkeci/İSTANBUL

Nuruosmaniye Caddesi Derin Han No:8/1 34410 Cağaloğlu/İSTANBUL

Tel: (0212) 5190457

Çevrimdışı stalker

  • Grupsuz
  • *
  • İleti: 1986
  • Cinsiyet: Bay
Sezai Karakoç
« Yanıtla #2 : Eylül 17, 2008, 01:34:15 ÖÖ »
Sezai Karakoç'un Poetikası

Karakoç şiirle ilgili görüşlerini yazmaya başladığı dönemlerden itibaren şiir anlayışını da yazmıştır.Bu konudaki düşüncelerini Edebiyat Yazıları adını verdiği 3 kitapta toplayan Karakoç'un şiirimizde son derece özgün bir yeri vardır.Onun şiiri metafizik bir şiirdir.Türk şiiri geleneksel yapısı itibariyle aslında metafizik bir şiirdir.Ancak bu özellik Tanzimat'tan sonra değişir.Sadece A.Hamit'te metafizik bir ürperti söz konusu olur.Onunla tekrar başlayan bu anlayış cumhuriyet'in ilk yıllarında Necip Fazıl Kısakürek'te ve Ahmet Kutsi Tecer'de kendini gösterir.Bunlardan başka Yahya Kemal ve Asaf Halet Çelebi'de de metafizik anlayış görülür.Fakat bu metafizik unsurlar adı geçen hiçbir şairin şiir anlayışın açıklamaz,anlatmaz.

Ali Yıldız ın tespitiyle Türk şiirini metafizik bir esasa oturtan şair Sezai Karakoç'tur.Sezai Karakoç bunu modern şiirin diliyle yapmıştır.O,Batı edebiyatını da iyi incelemiş bir şairdir.Modern sanattaki soyutlamanın İslam anlayışına uygun olduğu düşüncesindedir ve şiirlerini bu yönde geliştirmiştir.

Edebiyat Yazıları I'deki ilk yazı Metafizik ile ilgilidir. Bu, hangi kavramlara önem verdiğini göstermesi bakımından önemlidir.

Karakoç geleneksel şiire de yaklaşır, ancak dili farklıdır.O,modern şiirin diliyle şiirlerini yazmıştır. Poetikasını anlattığı ikinci yazı Soyutlama ile ilgilidir. Nitekim modern sanat genel anlamda soyutlamaya dayanır. Ona göre şair, şiiri soyutlamada bırakırsa eksik bırakmış olur, tamamlamnası için şairin tekrar somutlaştırması yani soyutlaştırdığı şeyi tekrar bir bağlama oturtması gerekir. Bunu da Diriliş kavramına bağlar.

Sezai Karakoç, şairin genel çizgilerini, pergünt üçgeni dediği üç ilkeyle anlatır. Peer Gynt, Norveçli yazar Henrik İBSEN (1828-1906)’in en ünlü oyunlarından biridir. Karakoç, Pergünt’ün, hayatında bu ilkeleri yaşadığını belirtir ve bu ilkeleri şiire tatbik eder: Şair, Kendi Kendisi Olmalı: “Şairin kendi kendisi olabilmesinin biricik yolu, değişmek, başkalaşmaktır.”

Şair, Kendine Yetmeli: "Eserinin tohumunu ve geliştirecek iklimini, şairin kendi varlığından alması anlamına gelir yeterlilik ilkesi. Yâni fildişi kuleyi biz dışına çeviriyoruz; evren şaire bir fildişi kule olmalı; şafakta kaybettiği güvercinleri, şair, bir ikindide bulabilmeli." (1988, s.82) Şair, Kendinden Memnun Olmalı: "Eser´in şairini sevinçle titretmesi demek bu. Şair, eserini sevmeli. Onu okşamalı, ama yaramazlıklarına da göz yummamalı. Beğenmediği davranışlarını gücendirmeden ona anlatmalı onu kendini düzeltmeğe kandırmalı ve bunu da inandırmalı ona. "Beni andırıyor, ah, beni o" demeli." (1988, s.83)

Memnunluk ilkesinin temeli, sevinçtir. Yaşama sevinci değil “yaşatma sevinci”dir.

Çevrimdışı stalker

  • Grupsuz
  • *
  • İleti: 1986
  • Cinsiyet: Bay
Sezai Karakoç
« Yanıtla #3 : Eylül 17, 2008, 01:36:21 ÖÖ »
Yüzyılın Aşk Şiiri Mona Roza'nın Öyküsü / Sıddık Akbayır



Açıklama:

Şiir, ilk olarak Hisar dergisinin 26 Haziran 1952 tarihli sayısında,[1] daha sonra 4 Aralık 1952 Mülkiye dergisinde "Aşk ve Çileler" altbaşlığı ile dört bölümlük bir şiirin ilk bölümü olarak yeniden yayımlandı. İlk bölümü Aşk ve Çileler, üç ayrı dergide (Hisar, Mülkiye, Büyük Doğu) yayımlanan Mona Roza, bu bölümüyle tanınmıştır. Şiirin Hisar dergisinde çıkan ilk bölümü "Aşk ve Çileler", diğer dergilerde yayımlanan ve elden ele dolaşan çoğaltılarında bazı farklılıklar gösterir:
Monna Rosa, (Karakoç, Sezai; 3. Basım, Diriliş Yayınları, İstanbul 1998, s. 13-20)
Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak.
Zeytin ağacının karanlığıdır
Elindeki elma ile başlayan...
Bir yakut yüzükte aydınlanan sır,
Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,
Zeytin ağacının karanlığıdır.
Anla Monna Rosa, ben öteliyim...
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne;
Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,

Diğer Metinler
Malatya gülleri ve beyaz yatak / Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi,
Bende çıkar güneş aydınlığına.
Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi
Seni hatırlatır her zaman bana
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi
Anla Mona Roza ben bir deliyim
Bir tüy ki, can verir bir gülümse sen,
Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,

1950'lerde yazdığı ve fotokopileri elden elde, kuşaktan kuşağa dolaşan efsanevi Monna Rosa bile tek başına onun ne kadar büyük bir şair olduğunun kanıtıdır.

"Mona Rosa", Türk şiirinin en görkemli "imkânsız aşk" şiirlerindendir. Sezai Karakoç, biraz da o "imkânsız aşk"ın etkisiyle evlenmez.

Tam 50 yıl boyunca yayımlamaktan kaçındığı Monna Rosa adlı kitabını ancak 1998'de okur karşısına çıkarır. Yeryüzünde kitap biçimini almadan bu kadar uzun bir süre sadece fotokopiyle çoğaltılarak bu kadar çok kişiye ulaşmış bir başka kitap var mıdır, bilinmez.

Şiir adına söz alınan her ortamda, ne zaman eski günlerden, unutulmuş aşklardan, efkârdan, melankoliden söz açılsa hemen topluluk içinden biri sessizce Monna Rosa'nın başlangıç dizelerini okumaya başlar.

Karakoç'un 19 yaşında yazdığı bu şiiri, niçin 1998'den önce kitap biçiminde yayımlatmadığı konusunda tatmin edici bir açıklama yoktur. Söylenen her şey, bir varsayımın kıyısında dolaşır.

Ece Ayhan'a göre, 'pingponglu bir aşk kırgınlığı onu mecnun kıldı: Mona Roza. Kafasındaki kıza ihanet etmemek, derviş olmak için hiç evlenmedi.'

"Ping-Pong Masası" şiirinde raketlere vuran topun çıkardığı tekdüze tak tak sesleri, dolayısıyla şairin beyninde bir saatin tik takları gibi, bir ping-pong topunun tak takları gibi tekdüze acılı düşünceler. Ve bir sevda, ve sevdası tek yanlı, aşkı umursanmayan bir Sezai.[2]

"Monna Rosa" dört bölümden oluşur:


Aşk ve Çileler, Ölüm ve Çerçeveler, Pişmanlık ve Çileler, Monna Rosa.

Her bölümde anlatıcının konumu değişmektedir. Birinci bölümde o bir âşıktır. İkinci bölümde ise olaylara az çok nesnel bir şekilde uzaktan bakmaktadır. Üçüncü bölüm sevilen kızın ağzından yazılmıştır ve dördüncü bölüm artık ilahi aşka hasretini ifade eden aşığın ağzından anlatılır. Birinci bölüm karşılığını bulamayan aşk konusundadır, ikinci bölüm aşığın intiharı ile ilgilidir, üçüncü bölümde sevgilinin pişmanlık duyguları ve intiharı aktarılır. Dördüncü bölümde ise ilahi aşk arayışı dile getirilir. Bütün bölümlerde hece vezni kullanılmış olmasına rağmen üçüncü bölümde serbest vezin kullanılır. Serbest veznin bu bölümdeki kullanılışı anlatım tekniği ile açıklanabilir; çünkü bu bölümde bilinç akışını andıran bir şekilde beşeri sevgilinin düşünce ve duyguları anlatılır. Serbest vezin bu açıdan şaire belli bir özgürlük, anlatıcıya da doğallık kazandırmaktadır. Bunun altının çizilmesi lazımdır çünkü o yıllarda Karakoç'un geldiği ideolojik çevrelerden bir şair için serbest vezni kullanmak olağanüstü bir durumdu. Ellili yıllarda serbest vezin, daha çok sol kesimin ve Nurullah Ataç'ın tuttuğu şairlerin tekelindeymiş gibi görülmekteydi.[3]



Çözümleme

A. Metnin İletişim Boyutu

Başlık: Monna Rosa / Aşk ve Çileler

Karakoç'un 19 yaşında yazdığı bu şiiri, niçin 1998'den önce kitap biçiminde yayımlatmadığı konusunda tatmin edici bir açıklama yoktur. Önemli olan bir başka sorun da şiirin adıyla ilgilidir. Bazı bölümleri Anadolu'da geçen ve tasavvufi bir boyutu olan bir şiirde sevgiliye yabancı bir ad verilmesi şaşırtıcıdır. Ancak Rosa'nın Latincede gül anlamı taşıdığı unutulmamalıdır.[4] Gül, divan edebiyatının başlıca imgelerindendir ve gülün çağdaş Türk şiirinde Osmanlı medeniyetinin kültürel birikimini temsil eden bir imge olduğu söylenebilir. Sezai Karakoç birçok eserinde gül imgesini kullanmıştır. "Monna Rosa" adlı şiirde gülün Latincesini "rosa"yı kullanması genel olarak Karakoç'un ilk eserlerinde bulunan, birçok eleştirmenin onu İkinci Yeni akımın içinde değerlendirmesine neden olan, kapalı ve saydamlıktan uzak öğelerin yoğunluğu çerçevesinde değerlendirilmelidir.

"Sıradışılığına rağmen "Monna Rosa" başlığı, Leonardo da Vinci'nin meşhur Jokond portesini hatırlatır. Bilindiği gibi resmin diğer adı Mona Lisa'dır. Ancak bu şiirde Rönesans dahisinin eserlerine açık veya kapalı hiçbir gönderme yoktur. Belki de bu başlık Nazım Hikmet'in Jokond ile Si-Ya-U adlı eserinde Jakond'a sahip çıkmasına bir cevaptır. Nazım Hikmet'in Monna Lisa'sı destanın sonunda, Çin'deki sömürgeci vahşetine tanık olduktan sonra tarihsel maddeciliğe dönerken, Monna Rosa gizemci özlemin nesnesi olarak kalır. Şiirin başlığının böyle siyasi bir değerlendirmesi o kadar da abartılı değildir. 1951 'de Nazım Hikmet Sovyetler Birliği'ne sığınmıştı. Soğuk savaşın gerilimli yıllarıydı. Türkiye'de de solcularla sağcılar arsında, bazen sadece kelimelerde kalmayan, şiddetli tartışmalar oluyordu. 1954 yılında Sezai Karakoç, yayın hayatı kısa sürmüş, birçok yönüyle ilkel, komünist karşıtı Komünizme Hücum adlı dergide iki yazısını ve bir şiirini yayınlattı. Bu eylem, Karakoç'un Marksizme karşı tavrını açıkça göstermektedir. Böylece 'Monna Rosa'nın başlığı sahiden o doğrultuda da değerlendirilebilir: Türkiye'nin kültürel kaderini o çok etkilemiş olan sağ-sol çatışmasının bir sahnesi de belki Louvres müzesindeki bir resmin önünde yaşanmış oldu."[5]

Sezai Karakoç'un edebi projesi klasik İslam kültürünün imge ve mecazlarını modern bir şiir anlayışı çerçevesinde yeniden yorumlayarak onları çağdaş Türk edebiyatına kazandırmak ve böylece siyasi projesini edebi alanda gerçekleştirmektir. "Nazım Hikmet ise aynı imgeleri alıp, örneğin rubailerinde veya bazı oyunlarında yaptığı gibi onları dini ve gizemci anlamlarından çıkarıp Markiszmin ışığında yeniden yorumlamaktadır. Sezai Karakoç, Nazım Hikmet'e İslamî bir cevaptır ve "Monna Rosa da o cevabın ilk örneğidir."[6]

Sezai Karakoç "Monna Rosa"nın "modern bir Leyla ile Mecnun denemesi[7] olduğunu söyler. Sevgililerin birleşememeleri ve ilk aşamada beşeri olan aşkın daha sonra ilahi aşka dönüşmesi konu açısından "Monna Rosa"yla Leyla ile Mecnun arasında bir yakınlık olduğunu göstermektedir. Zaten Sezai Karakoç 1980'de hikayenin gizemci boyutu üzerinde duran ve anlatıcının onu yeniden yazma gerekçelerini aktardığı yeni bir Leyla ile Mecnun yazmıştır.

Anlatılan Özne:

Şiirin yazılma nedeni, Karakoç'un Mülkiye'deki bir sınıf arkadaşıyla ilgili duygularıdır. Şiirin ilk versiyonundaki düzeni şöyle bir akrostiş vermektedir: Muazzez Akkaya[8]. Ancak, Sezai Karakoç o konuda da hiçbir bilgi vermemekte ve hatta, okuyucuların bu tür detayların üzerinde durmamaları gerektiğini belirtmektedir. "Aşk ve Çileler" genç bir erkeğin ağzından karşılığını bulamayan aşkın imgesel, divan edebiyatına göndermelerle dolu bir anlatımıdır.

Şiirin sonuna doğru anlatıcı beşeri olmayan ilahi olan gerçek aşkı keşfeder.

Anlatıcı:

Anlatıcının, yani şiir kişisinin, Sezai Karakoç olduğu, şairin kendi açıklamalarından anlaşılmaktadır: "1952 baharına girerken 19 yaşında ve Mülkiye ikinci sınıftayım. Bir şiir üzerine çalışıyorum. Bu şiir gittikçe beni kendi dünyasına çekiyor. Yıllar, serbest şiir denen ölçüsüz, kafiyesiz şiirin zafer yılları. Orhan Veli akımı bir sel gibi edebiyatımızı kaplamış. Okul kitaplarında henüz Yahya Kemal'in saltanatı devam ediyorduysa da piyasayı Orhan Veliciler istila etmeye başlamıştı. Yaşlılar, edebiyat fakültesi profesörleri, makalelerinde Yahya Kemal'den bahsediyorlardı, ama dergilerde gençler Orhan Veli ve arkadaşlarının açtığı çığırdan giderek tüm geleneksel şiir değerleriyle ilişkilerini kesmiş bulunuyorlardı. Şairanelik hor görülüyordu. Edebiyatımızın 'gül', 'bülbül' gibi mazmunları alay konusuydu. Bütün değerler yere serilmiş gibi gözüküyordu. Kadın; 'tak takıştır, sür sürüştür, muhallebiciye gel, piyasa vakti' çerçevesinde algılanıyordu. Ben hecede ısrar ediyordum. 'Gül' kavramını yeniden diriltmenin gereğini düşünüyordum hep. 'Monna Rosa' (Mona Roza) böyle doğdu. Modern bir Leyla ile Mecnun denemesiydi bu. Bir gencin dilinden anlatılış şeklinde başladı şiir. 'Rose' bilindiği gibi 'gül' demekti. Böylece, aşağılanan 'gül' kavramını yeniden gündeme getirmek istedim. (...) Aslında 'gül' mazmunu ve modern anlamda 'Leyla ile Mecnun' hikayesi, şiirimize tekrar bu şiirle girdi denebilir."[9]

Kendisine Anlatılan Kişi:

"Aşk ve Çileler" bölümündeki beşliklerin ilk dizelerinin ilk harfleri arka arkaya getirildiğinde "Muazzez Akkaya" ismi çıkar. M. Akkaya, Sezai Karakoç'la Mülkiye'de aynı sınıfta okuyan biridir. "Şairin, adı geçen bayana kalbi bir yakınlık duyduğu aşikârdır. Hatta bu ilginin bir süreği olarak Karakoç'un aynı yıl evlenme isteğiyle memleketine bir mektup yazdığını ancak, bu arzusunun reddedildiğini hatıralarından anlıyoruz. Mahiyetini çok iyi bilemediğimiz bir gönül ilişkisinden, temiz bir aşktan mülhem bir şiirdir Mona Roza. Bu, oldukça tabiî bir durumdur. Bundan dolayı kimsenin şairi kınadığı falan yoktur. Ne var ki, Karakoç, ısrarla şiirin "öykü"sünü gizlemeye çalışmaktadır, bu tavra da saygı duymak gerekir."[10]

Şiirin gerçekle ilgisini, şairin şiirde akrostişle işaretlediği "seçilmiş biri" (Muazzez Akkaya) konusunda Karakoç'un farklı bir yorumu vardır: "Monna Rosa'nın her şiir gibi bir doğuşu vardır. Ama şiire bakıp birtakım senaryolar uydurulduğu söyleniyor ki, bunların çoğu asıl ve esastan mahrumdur şüphesiz. Şiire bakıp tümünü. hayatın bir fotoğrafı gibi düşünmek, şiiri hiç anlamamak demektir. O kadar ki, hayattan şu veya bu şekilde yansıyan renkler, çizgiler dahi şiire realiteyle ilgilerini keserek, tamamen değişerek girerler. (...) Ben, ne bir Doğu Werther'iydim. Ne de düşünülebilecek senaryoların kahramanı. O günkü psikolojimle, Monna Rosa'da çizilen portre ile ilişkisi farz edilen 'seçilmiş' biri, yüce bir alem, ideal alem çerçevesinde düşünülebilen, en temiz duyguların yöneleceği, bir 'kardeş' olabilirdi. Ancak bunu da realitede gerçeklemek mümkün olmadığına göre, şiir doğuyor ve hayatla olan çelişmesinin bütün azap ve ıstıraplarını beraberinde getiriyordu."[11]

B. Kesitleme

Kesit I

Monna Rosa, siyah güller, ak güller;
Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa, siyah güller, ak güller!

"Aşk ve Çileler"in ilk kesitinden itibaren anlatıcının seslendiği bir sevgili vardır. Şair, bu kesitte, sevgiliye seslenirken bir yandan da şiirin uzamını açıklamaktadır. Bu kesitte, siyah ve ak güllerden söz edilmesi, şiirin diğer bölümleriyle ilişki kurma amacına yöneliktir. Siyah ile ak ve kara ile beyaz arasındaki karşıtlık Mona Rosa'nın dört bölümünde de sürer. 'Siyah' ile 'kara'ya ve beyaz ile aka geleneksel simgesel değerler yüklenmez. Şiirin "Pişmanlık ve Çileler" adlı bölümünde renklerin bu değerleri açık bir şekilde tersine çevrilir: Anlatıcı durumunda olan sevgili günah kadar beyazdır, onu seven ise tövbe kadar kara. Bu sıradışı benzetme, Karakoç'un yazınsal kalıplara karşı çıkma eylemi olarak değerlendirilebilir.

İkinci dizedeki beyaz yatak tamlaması, şiirde cinselliğe dair bir çağrışım söz konusu olmadığına göre, sevgilinin masumiyetini, saflığını simgeler. Sevgilinin doğduğu Gülce (ya da Geyve) diye bir yerden söz edilmesi şairin şiiri gerçekçi bir coğrafi ortamda, yani gerçek dünyada yerleştirmek istemesinden kaynaklanır; Gülce, şiirde adı geçen kişinin gerçekliğine dair bir uzamdır.

Üçüncü ve dördüncü dize ise sevgililerin gelecek ölümlerine bir gönderme yapar. Anlatıcı, -kanadı kırık kuş- seslendiği sevgili yüzünden kana batacağını söyler. Böylece ilk kesitin sonunda divan edebiyatının önemli imgeleri söylenmiş olur. Gül (Monna Rosa, Gülce, siyah ve ak güller) ve kuş. Sevgili bir güldür ve seven anlatıcı kanadı kırık bir kuş... (gül-bülbül ilişkisi)

Kesit II


Ulur aya karşı kirli çakallar,
Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa.
Monna Rosa, bugün bende bir hal var,
Yağmur iğri iğri düşer toprağa,
Ulur aya karşı kirli çakallar.

Bu kesitte, -üçüncü ve dördüncü kesitte de devam edecek olan- mekânın kırsal oluşu üzerinde durulur; imgesel bir anlatımla karanlık ve tehdit edici bir atmosfer yaratılır. 'Çakal' ve 'tavşan' karşıtlığı, bu atmosferin temelini oluşturur. Çakal'lar kirlidir, tavşan'lar ürkek. Yağmur bile toprağa her zamanki gibi düşmez. Anlatıcının avuçlarındaki zaman; rüzgârın kavraması gibidir, bir farkında olma inceliğidir.

"Şiirin bu kesitteki: "Ulur aya karşı kirli çakallar" dizesi, şairin sol görüşlü sınıf arkadaşları tarafından bir "ima gibi görülmüş" ve yanlış anlaşılmalara sebep olmuştur. Hatta bu yüzden Karakoç'a bir komplo düzenlenir, ama boşa çıkar. Halbuki, şairin de belirttiği gibi bu bir tasvir dizesidir ve kimseye sataşma söz konusu değildir."[12]

Çevrimdışı stalker

  • Grupsuz
  • *
  • İleti: 1986
  • Cinsiyet: Bay
Sezai Karakoç
« Yanıtla #4 : Eylül 17, 2008, 01:37:36 ÖÖ »
Kesit III

Açma pencereni, perdeleri çek:
Monna Rosa, seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek;
Anla Monna Rosa, ben öteliyim...
Açma pencereni, perdeleri çek.

Üçüncü kesit, önemli bir gelişme aktarır. Aşkın adımları, başka bir yola ayak uydurmak üzeredir. Çünkü anlatıcı sevgiliden kendisini göstermemesini istemektedir. Anlatıcı ötelidir; çünkü başka bir dünyaya ait olduğunu söyleyerek gizemci arayışını da belirtmiş olur. Sevgili sadece onu ilahi aşka götürecek olan bir araçtır. "Ancak anlatıcı beşeridir ve beşeri aşk onu gerçek maksattan uzaklaştırabilir. Kendisi arayışında beşeri sevgiliyi kullanırken, beşeri aşkın kurbanı da olabileceğinin farkındadır. Onun için sevgiliyi görmek istemez. Arayışının başarıya ulaşması için beşeri sevgili ona ilgisiz, acımasız davranmalıdır, ilgi gösterirse o zaman arayış tehlikededir. Ancak bu kesitte anlatıcının bunun farkında olduğunu ve gerçekten neyi aradığını görürüz. Artık istediği Allah'ı bulmaktır ve beşeri sevgili, yani yaşanılan evren dünya, bir engeldir."[13]

Kesit IV

Zeytin ağacının karanlığıdır
Elindeki elma ile başlayan...
Bir yakut yüzükte aydınlanan sır,
Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,
Zeytin ağacının karanlığıdır.

Dördüncü kesitte sevgilinin elinde bir elmanın bulunması, sorun biçiminde değerlendirilebilecek önemli bir ayrıntıdır. Çünkü elma Hıristyan mitolojisinde günaha teşvikin bir simgesidir. İslâm kültüründe elmanın böyle bir anlamı yoktur. Ancak bu şiirin çerçevesinde elmayı günaha çağrı biçiminde değerlendirmek mümkündür; çünkü sevgili ile anlatıcının aşkı yasaktır. Yakut yüzük belki de sevgilinin başka biriyle nişanlı olduğunu, olabileceğini; yüzündeki kan ile de seslenilen kişinin kızardığını göstermekledir. Sevgilinin sıcak ve minnacık yüzünden söz edilmesi de önemlidir. Fiziksel görünüşü hakkında verilen bu tür bilgiler divan edebiyatını ve minyatürleri anımsatan ayrıntılardır.[14]

Kesit V

Zambaklar en ıssız yerlerde açar,
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar,
Işıksız ruhumu sallar da durur,
Zambaklar en ıssız yerlerde açar.

Bu kesitte anlatıcı, dikkatini kendi kişiliği ve ruh hali üzerine yoğunlaştırır. Ruh, ışıksızdır ve bir mumun ardında bekleyen rüzgârla sallanmaktadır.

Karşıtlıklarla dolu bir dünyayı terennüm eden simgesel anlatım, beşinci kesitte, anlatıya umut veren bir açılımla devam eder: En ıssız yerlerde bile zambaklar açar. 'Vahşi bir çiçeğin gururu' tamlamasındaki 'vahşi' ve 'gurur' sözcükleri de temel anlamlarının dışında kullanılmıştır. 'Vahşi', uzaklığın bir engel olmadığı, mekânların bunaltmadığı, özgürlüğün ellerde bir azat kuş gibi kanat çırptığı, akan su gibi, uçan kuş gibi bir yüreğin sıfatı olabilir. 'Gurur' da, uzaklığın, ulaşılmazlığın bir göstergesi biçiminde düşünülebilir.

Kesit VI

Ellerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi...
Ellerinden belli olur bir kadın.
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin, ellerin ve parmakların

Altıncı kesitte sevgilinin ellerinden ve parmaklarından söz edilmesi ve onun bir nar çiçeğini ezmesi okuru, divan şiirinin dünyasına götürür. Klasik edebiyat ile tehdit edici gerçek bir dünya arasında devamlı bir gidip gelme sezilir bu dizelerde.

Nar çiçeği, ilkbahardan yaz başlarına kadar turuncu çiçekler açar. Susuzluğa dayanıklıdır. Bozkır çiçeğidir bir bakıma. Adındaki inceliğe, ürkek duruşuna, kokusunu getiren 'uzak'lara söz düğünleri kurulmasının yanında, kadınların giysilerini de süsleyen bir motiftir.

"Şairin, hatıralarında da belirttiği gibi, Mona Roza'nın birinci bölümü ya da birincisi "Aşk ve Çileler", bir gencin yani âşığın ağzından söylenmiştir, ifade yerindeyse. Eski kalıplar içinde (ölçü, kafiye) neşvünema bulan bu yeni ses, sevgiliyi yeni bir dünyanın değerleriyle takdim eder. Söyleyişteki kusursuzluk, orijinal ve yeni imajlarla kurulan 'şiir cümleleri', yeni bir sevgili çehresi çıkarır ortaya. Bu sevgilinin elleri bile, şimdiye kadar anlatılagelen 'maşuka'nın ellerinden farklı bir şekilde dile getirilir."[15]

Kesit VII

Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna;
Saat on ikidir, söndü lambalar.
Uyu da turnalar gelsin rüyana,
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar;
Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna.

Anlatıcı, geçen zamandan söz ederken, bir şeylerin kopup kopup gidişinden ve dönmeyişinden yakınır bir tutum sergiler. Saati gelince sönen lambalar, kinayeli bir biçimde kullanılmıştır. Bu dizenin iletisi, biten bir gün ve biten bir hayattır. Turnaların rüyaya girmesinde, geleneksel anlatıların dünyasına bir gönderme vardır. Turna, özellikle halk şiirinde kullanılan bir habercidir. Taşralıdır turna; umarsızların sılaya uzanan yoludur. Turna, göğe tuhaf tuhaf bakan sevgilinin ya da âşıkın düşlerini süsleyen simgesel bir öğedir.

Kesit VIII

Akşamları gelir incir kuşları,
Konarlar bahçemin incirlerine;
Kiminin rengi ak, kiminin sarı.
Ah, beni vursalar bir kuş yerine!
Akşamları gelir incir kuşları...

İncir kuşu (anthus compestris) serçe görünümünde bir göçmen kuştur. Anlatıcının sözünü ettiği de İç Anadolu Bölgesi'ne gelen 'kır incir kuşu'dur. Farsça 'encir' biçiminde okunan incir 'delik, oyuk' anlamına gelir. İsmini incirden değil, incir ismini 'incir kuşu'ndan alır. (incir kuşu=delici kuş) Bu kuşlar, incir mevsimi, incir ağacından çıkmazlar. Özellikle akşama yakın saatlerde incirlere oyuk açıp dururlar. Göç mevsimi gelince, arkalarında bıraktıkları oyuklarla (yaralarla) göçüp giderler.

Bu kesitte, anlatıcı, kuş yerine vurulmak isteğinden söz eder. Akşam sözcüğündeki hüzün bütün bir kesite sinmiş gibidir.

'Ah, beni vursalar bir kuş yerine!' dizesi, çelişkideki dram güzelliğini, tragedya inceliğini anlatan özgün bir söyleyiştir.

Kesit IX

Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında.
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar... Su kenarında
Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni.

Bu kesitte, sevgiliyi incir kuşlarının bakışlarında veya su kenarlarında bulması anlatıcının aşkının artık başka bir boyuta geçmiş olduğunu gösterir. Artık beşeri sevgiliye ihtiyacı yoktur, çünkü gerçek sevgilinin varlığını, münacaatlarda olduğu gibi, doğada hissetmektedir. 'İncir kuşları'nın bakışında bulunan sevgili, hüznün dilsiz masalcısı gibidir artık. Bakışlar, göçmen ve masumdur. İncecik bir nehir kıyısıdır sanki. Boş yelkeni hayatla dolduracak kadar da güçlüdür aynı zamanda.

Kesit X

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa,
Henüz dinlemedin benden türküler.
Benim aşkım uymaz öyle her saza,
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler...
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.

Bu kesitte, Monna Rosa bu yeni durumu kabul etmemekte, aşığa kırgın bakışla yönelmekte, anlatıcı ise aşkının farklı olduğunu ve kurşunun en güzel şarkıyı söylediğini belirtmektedir. Sezai Karakoç "Monna Rosa"nın bir açıklamasını yapmadıysa da kurşunları mecazi anlamda kullandığını ve onların, sevgiliye değil, aşığa yönelik olduğunu söylemek zorunda hissettmiştir. "Oysa, bu şiirlerde görülen kurşunlar, başkalarına değil, sembolik olarak ıstırabını anlatmak açısından, şiirin kahramanının kendisine yönelmiş kurşunlardı... Silahın dönük olduğu yön, sevgilinin değil, sevenin kalbidir... En güzel şarkıyı söyleyen kurşun, sevenin ölümünü getiren kurşundur."[16] Bu açıklama sevgilinin anlatıcının aşkına karşılık vermemesinin anlatıcının gerçek amacına varması için şart olduğunu gösterir. Oysa, divan şiirindeki sevgililerin aksine, Monna Rosa karşılık vermek, kendini göstermek ister ve anlatıcının ilgisizliği onu kızdırır.

Klasik şiirimizde de çokça karşılaştığımız; sevgilinin tegafülü yani aşığı görmezlikten gelmesi, Mona Roza'da başka bir biçimde karşımıza çıkar. Sevgilinin bir bakışı bile aşığın yaşamını anlamlı kılacak, hayatının beslenme damarlarından biri olduğunu iyice hissettirecektir:

Çevrimdışı stalker

  • Grupsuz
  • *
  • İleti: 1986
  • Cinsiyet: Bay
Sezai Karakoç
« Yanıtla #5 : Eylül 17, 2008, 01:38:26 ÖÖ »
Kesit XI

Artık inan bana muhacir kızı,
Dinle ve kabul et itirafımı.
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı,
Artık inan bana muhacir kızı.

Bu kesitte anlatıcı, 'çağın incittiği bir masal'da kendini anlayacak birini arayan bir mucize avcısı gibidir. 'Artık' zarfıyla bir sınır çizilmektedir. 'İnan, dinle, kabul et' eylemleri, başka bir boyuta geçmek üzere oluşun göstergeleridir. Anlatıcı, artık sevgiliye ilgi duymamaktadır. Monna Rosa artık sadece bir muhacir kızıdır.

'Soğuk bir sızı'nın her tarafı alev alev sarması, Türk şiirinin en özgün söyleyişlerinden birisidir. Bu imge, Abdurrahim Karakoç'un 'Lambada titreyen alev üşüyor' ya da Ahmed Arif'in 'Yokluğun cehennemin öbür adıdır / Üşüyorum kapama gözlerini' dizelerinden çok önce söylenmiştir.

Kesit XII

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak,
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.
Bir gün gözlerimin ta içine bak:
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış,
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak.

Bu kesit, dini bir erdem olan sabır temasını işler. Anlatıcı, sevgiliyi, sevginin gizemci boyutunu anlamaya davet eder. Sevgili, anlatıcının gözlerine baksa ölülerin niçin yaşadıklarını anlayacaktır. Bir bakış derinliği, aşkın ölümcül sırrını çözecektir belki de.

Kesit XIII

Altın bilezikler, o korkulu ten,
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne;
Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,
Bir tüy ki, kapalı geceye, güne;
Altın bilezikler, o korkulu ten!

Sevgili artık altın bilezikler ve korkulu tenden ibarettir. O sadece bir kalıptır. Gerçi, anlatıcı onun kuşun kanlı tüylerine yanıt vermesini ister. Belki de bu onun tarafından anlaşılmak istediğini gösterir. Belki de bu, son bir davettir.

Bu kesitteki dizeler, alçak sesle söylenen bir günbatımı söylencesi gibidir.

'Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,' dizesini tevriyeli okumak mümkündür: gülümsesen / gülümse sen.

Kesit XIV

Şiirin ilk kesitinin tekrarı ile bitmesi aşkın artık bir başka boyuta vardığını gösterir ve yeni bir başlangıcı temsil eder.

Burada, "beşeri aşktan ilahi bir aşka geçiş söz konusudur. Bir çağdaş mesnevi olan Mona Rozza bu geçiş ölüm isteğiyle simgelenir. Ölüm isteği fani dünyayı terk etme isteğidir. Burada önemli olan ilahi aşk konusunun yirminci yüzyılda nasıl ifade edildiğidir. Bu şiirde yirminci yüzyıla ait olan birtakım öğeler vardır. Yani, geleneksel mesnevinin tersine, vuslat özlemi muhayyel veya stilize edilmiş bir mekanda yaşanmaz."[17]

Şiirin Biçimsel Özellikleri

I. Nazım birimi: dörtlük (Beşinci dize, ilk dizenin tekrarıdır.)
II. Nazım biçimi: Koşma tarzı. ( Kesitlerin tümünde çapraz uyak kullanılmıştır.)
III. Dizelenme: Beşer dizeden oluşan on dört kesit. (Son kesit, ilk kesitin tekrarıdır.)
IV. Hecelenme: 11'li hece ölçüsü (6+5 duraklı)
VI. Uyak ve Redif: Şiirde, genellikle tam uyak kullanılmıştır. Birkaç dizede zengin uyağa yer verilmiştir. Redifi birkaç dizede görmek mümkündür.

C. Sonuç-Yargı

Söyleyişteki kusursuzluk ve özgün imgelerle kurulan bir şiir dili, Mona Roza'nın öne çıkan yönleridir. Şiirin akrostiş biçiminde yazılması, metni büyülü bir aşk öyküsü konumuna yükselmiştir.

"Sezai Karakoç'un "modern bir Leyla ile Mecnun denemesi" dediği Mona Roza'ya bu gözle baktığımızda elbette ki bir aşk şiiri, hem de platonik, efsanevi bir sevgiliye yazılmış bir aşk şiiri olması bakımından, klasik Leyla ile Mecnun mesnevileriyle bir ilgisi kurulabilir. Bu, yer yer eski mazmunlarla modern bir aşkın anlatılışıdır daha çok. Ayrıca, belki biraz zorlamayla, bu mesneviyi hatırlatan bazı sembolik ifadeleri de, daha çok şiirin son üç bölümünde bulabiliriz."[18] Belki de, bu duyumsatmalar, sezdirmeler, şairin bir oyunudur. Arada bir geçmişe kaydırılan şiir dili, hem şiirin anlam çerçevesini genişletecek; hem de okuru sırlı, yarı aydınlık, puslu bir dünyaya çağırarak değişik anlam ufuklarında gezdirecektir.

Erdoğan Alkan, Mona Roza konusunda Cemal Süreya'dan şunları aktarır: "Söz 'Mona Roza' şiirine geldi. O hep gülümseyen yüzü, alaylı ve sevecen sözcüklerle söyle anlattı olayı: "Bilirsin güzel kızlar Mülkiye'yi kazanamaz. Geyveli bir kız vardı sınıfımızda, Muazzez Akkaya. Güzelce. Neşeli. Konuşkan. Az konuşan, durgun, içe dönük, Diyarbakırlı taşra çocuğu Sezai'yi onun bu şen şakrak hali çekti. Eğlenmeyi, dans etmeyi, gülüp oynamayı seven bir kızdı. Onu hiç elinde bir kitapla görmedim. Şiirmiş, yazınmış, sanatmış, o taraklarda bezi yoktu. Umurunda olmadı Sezai'nin aşkı. Hoş Sezai de peşinden koşmadı. Bilirsin düşkündür onuruna. 'Mona Roza' şiirini yazarak aşkını noktalayıp yüreğindeki mezara gömdü."[19]

Bu şiirin öyküsü biraz da Apollinaire'e benzer: Fransız şair Apollinaire, zengin bir Alman ailesinin çocuklarına Fransızca öğretirken, kendisiyle birlikte aynı şatoda İngilizce öğretmenliği yapan Annie Playden'a aşık oldu. Rhin Şiirleri'nde güzel dizeler yazdı onun için. Ülkesine döndü sonra bu İngiliz kız. Apollinaire Londra'da arayıp durdu onu, "Bir Aşk Kırgını'nın Şarkısı" adlı o uzun, ünlü poem'i böyle doğdu. Bulamadı, çünkü Annie Playden Amerika'ya gitmişti. "Bir Aşk Kırgını'nın Şarkısı" adlı şiirden hiçbir zaman haberi olmadı Annie Playden'ın. Olsa bile ne değişirdi.

Sezai Karakoç'un "Mona Roza'sı da buna çok yakın biçimde noktalanıyor. Amerika'ya giden, halen orada yaşayan ve kocasının öldüğü bir yıl öncesine dek, Sezai Karakoç'a ve kendisi için yazılmış güzel aşk şiiri "Mona Roza"ya kayıtsız bir kadın.

Metnin gizemi konusunda Erdoğan Alkan, şu açıklamayı yapar: 'Kocası henüz bir yıl önce ölen bir kadının isminin, karşılıksız aşk da olsa, bir başkasıyla anılması ne kadar aktörel'dir? Sezai onun adını bir şiire hapsetti. Ve biz Mülkiyeliler bu akrostişi biliyorduk. Ama ne Sezai Karakoç bir açıklamada bulundu, ne de bizler.'[20]

Çevrimdışı stalker

  • Grupsuz
  • *
  • İleti: 1986
  • Cinsiyet: Bay
Sezai Karakoç
« Yanıtla #6 : Eylül 17, 2008, 01:38:48 ÖÖ »
1] "Mona Roza" şiiri ilk kez Ankara'da, Munis Faik Ozansoy, Mülkiyeli şair Mehmet Çınarlı ve şair ilhan Geçer'in birlikte çıkardıkları Hisar dergisinde yayımlanır. İlhan Geçer, metnin yayımlanma öyküsünü şöyle anlatır:

"Mülkiye öğrencisi bir şair delikanlı 'Mona Roza' adlı bir şiir getirdi bize. Şiir güzel ama çok uzun, tam on dört bağlamdan, on dört beşlikten oluşuyor. Kıt olanaklarla çıkarıyoruz Hisar'ı. Sayfa sayımız sınırlı, koymamız gereken başka şiirler, başka yazılar var. Rica ettik, 'kısaltman mümkün mü, ya da biz kısaltabilir miyiz?' dedik. Diretti: 'Hayır, ya verdiğim haliyle yayımlayın, ya da hiç yayımlamayın!' Çaresiz,olduğu gibi yayımladık. Sonradan öğrendik, meğer her bağlamın, her beşliğin ilk dizesinin ilk harfleri beşlikler arasında akrostiş oluşturuyormuş: Muazzez Akkaya'm." [Aktaran: Erdoğan Alkan, 'Şair Sezai Karakoç', Varlık, S. 1193, Şubat 2007.]

[2] Alkan, Erdoğan, 'Şair Sezai Karakoç', Varlık, S. 1193, Şubat 2007.

[3] Laurent Mignon, Kaldırımlar'dan Monna Rosa'ya, Hece, Diriliş Özel Sayısı, S. 73, Ocak 2003, s.142.

[4] "Edebiyet çevrelerine hemen herkes tarafından 'Mona Roza' olarak söylenen, bilinen bu şiirin adını, şairi Sezai Karakoç hemen her yerde ısrarla orijinal şekli olan 'Monna Rosa' biçiminde yazmıştır. (Karataş, Turan, Doğu'nun Yedinci Oğlu: Sezai Karakoç, Kaknüs Yayınları, İstanbul 1998, s. 21.)

[5] Laurent Mignon, a.g.y., s.140.

[6] Laurent Mignon, a.g.y., s.140.

[7] Karataş, Turan, a.g.y., s.214.

[8] Muazzez Akaya: Geyve'ye sonradan yerleşmiş bir muhacir ailesinin kızıdır. (Karakoç, kitabında Geyve yerine Gülce kullanmıştır.) Kandilli Kız Lisesi'ni "Pekiyi" derecesiyle bitirir. 1950'de Mülkiye'ye girer. Okulun en popüler kızlarındandır. Durgun ve melankolik bir kız olduğu sanılır, ancak neşeli, esprili, hayat dolu biridir. Baş döndürücü bir güzelliktedir. Grace Kelly tipinde bir kızdır. Aynı okulda öğrenim gören sınıf arkadaşı şair Sezai Karakoç'u "fırtınalı bir aşk"ın içine sürükler. Böylece "Uğruna Türk edebiyatının en gizemli ve en dokunaklı aşk şiirinin yazıldığı kadın" olarak kayıtlara geçer. Esin kaynağı olduğu Mona Roza şiirinden hiç haberdar olmaz. Ancak okul günlerinde paltosunun cebinde şairi meçhul şiirler bulur ve bu şiirlerin şairinin sınıf arkadaşı Sezai Karakoç olduğunu bilmez. Mona Roza şiiri büyük efsanelere ve tevatürlere de konu olur. Onlardan biri de Muazzez Akkaya'nın intihar ettiği şeklindedir. Bu rivayet doğru değildir. Okulu bitirdikten birkaç yıl sonra Maliye Bakanlığı'nda üst düzey görevler yapan ve geçen yıl hayatını kaybeden Orhan Giray ile evlenir. Üç çocuğu olur. Şu anda büyük kızı Ayşegül Giray ile yaşamaktadır.

[Coşkun, Ahmet Hakan, Hürriyet, 13 Haziran 2005-10 Ocak 2007, ahmethakan@hurriyet.com.tr / www.karakutu.com. (08.01.2007 Saat: 00:53, 'Yılın İlk Bombası Karakutu'dan)]

[9] Karakoç, Sezai, Hatıralar, Diriliş, S. 49, 23 Haziran 1989. (Aktaran: Karataş, Turan, a.g.y.)

[10] Karataş, Turan, a.g.y., s. 213.

[11] Karakoç, Sezai, Hatıralar, a.g.y., ( Aktaran: Karataş, Turan, a.g.y.)

[12] Karataş, Turan, a.g.y., s. 215.

[13] Laurent Mignon, a.g.y., s.143.

[14] Laurent Mignon, a.g.y., s.140.

[15] Karataş, Turan, a.g.y., s. 214.

[16] Karakoç, Sezai, Hatıralar, Diriliş, S. 70 , s. 17, Haziran 1989. (Karataş, Turan, a.g.y.)

[17] Laurent Mignon, a.g.y., s.140.

[18] Karataş, Turan, a.g.y., s. 217.

[19] Alkan, Erdoğan, 'Şair Sezai Karakoç', Varlık, S. 1193, Şubat 2007.

[20] Alkan, Erdoğan, a.g.y.

Çevrimdışı stalker

  • Grupsuz
  • *
  • İleti: 1986
  • Cinsiyet: Bay
Sezai Karakoç
« Yanıtla #7 : Eylül 17, 2008, 01:39:47 ÖÖ »
Monna Rosa

I. AŞK VE ÇİLELER

Monna Rosa, siyah güller, ak güller;
Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa, siyah güller, ak güller!

*

Ulur aya karşı kirli çakallar,
Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa.
Monna Rosa, bugün bende bir hal var,
Yağmur iğri iğri düşer toprağa,
Ulur aya karşı kirli çakallar.

Zeytin ağacının karanlığıdır
Elindeki elma ile başlayan...
Bir yakut yüzükte aydınlanan sır,
Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,
Zeytin ağacının karanlığıdır.

Zambaklar en ıssız yerlerde açar,
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar,
Işıksız ruhumu sallar da durur,
Zambaklar en ıssız yerlerde açar.

Ellerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi..
Ellerinden belli olur bir kadın.
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin, ellerin ve parmakların.

Açma pencereni, perdeleri çek:
Monna Rosa, seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek;
Anla Monna Rosa, ben öteliyim...
Açma pencereni, perdeleri çek.

Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna;
Saat on ikidir, söndü lambalar.
Uyu da turnalar gelsin rüyana,
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar;
Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna.

*

Akşamları gelir incir kuşları,
Konarlar bahçemin incirlerine;
Kiminin rengi ak, kiminin sarı.
Ah, beni vursalar bir kuş yerine!
Akşamları gelir incir kuşları...

Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında.
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar... Su kenarında
Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni.

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa:
Henüz dinlemedin benden türküler.
Benim aşkım uymaz öyle her saza,
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler...
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak,
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.
Bir gün gözlerimin ta içine bak:
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış,
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak.

Artık inan bana muhacir kızı,
Dinle ve kabul et itirafımı.
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı,
Artık inan bana muhacir kızı.

Altın bilezikler, o korkulu ten,
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne;
Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,
Bir tüy ki, kapalı geceye, güne;
Altın bilezikler, o korkulu ten!

*

Monna Rosa, siyah güller, ak güller,
Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa, siyah güller, ak güller!

1952, İlkbahar.


II. ÖLÜM VE ÇERÇEVELER

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı;
Garip bir yolculuk, tren ve Gülce.
Bir hançer bölüyor, ah, rüyaları:
Bir rüya, bir hançer, bir el; ve, ve, ve...

*

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı;
Gece kar yağacak sabaha kadar.
Toprakta et, kemik çıtırtıları...
Yarı ölüleri bir korku tutar
Değince bir taşa kafatasları.
-Ölüler ki yalnız tırnakları var,
Ve yalnız burkulmuş diz kapakları...-

*

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı,
Açıyor elini göğe bir kadın.
Uzuyor, uzuyor, uzuyor saçları
Uğrunda ölen güzel kızların...

*

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı;
Esmer delikanlı, hatıra ve kan.
Yeşil gözlü kızın hıçkırıkları
Sızıyor bir kapı aralığından;
Lambalar yanıyor, hafif ve sarı.

*

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı;
Çocuklara açar mağaraları
Gün görmemiş kuşlar ve örümcekler.
İlan-ı aşk eden dil balıkları
Aşina suları çabuk terkeder...

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı;
Bakıyor ateşe, küle böcekler.
Köpekler parçalar kanaryaları
Mektupları bir boz ağaç kurdu yer.
Baykuşlar ötüyor harabelerde;
Yanıyor lambalar, hafif ve sarı.
Bir kaza kurşunu bulur her yerde
Süvarisiz şaha kalkan atları...
Bir ruhun ışığı vardır göklerde,
Lambalar yanıyor, hafif ve sarı;
Ötüyor baykuşlar harabelerde.

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı;
Titriyor yıldırım düşmüş gibi yer.
Bekledi arzuyla karanlıkları
Anneler, babalar, erkek kardeşler.
Ta içinde duyar ani bir ağrı,
Bir hüzün şarkısı tutturur gider
Anneler, babalar, erkek kardeşler.

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı;
Her yatak dopdolu, bir yatak bomboş.
Bir neşe şarkısı tutturur gider

Birinci, ikinci, üçüncü sarhoş;
Kurşunlar sıkılır göklere doğru,
Serçe yavruları yuvada titrer.

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı...

*

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı;
İnce yelkenleri alıyor yeller.
Titretir kalpleri ve bayrakları
Gemiden toprağa uzanan eller.
Lambalar yanıyor, hafif ve sarı,
Bir yosun köküne hasret kalacak
Gizli hazineler, su yılanları...

İnce yelkenleri alıyor yeller;
Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı.
Beyaz pelerinli hür tayfaları
Kendine bağlıyor siyah kediler;
Titriyor gönüller ve kara bayrak,
Bir yosun köküne hasret kalacak
Gemiden toprağa uzanan eller.
Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı.

*

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı,
Garip bir yolculuk, tren ve Gülce.
Bölüyor bir hançer, ah, rüyaları:
Bir rüya, bir hançer, bir el; ve, ve, ve...

1952, Yaz

Çevrimdışı stalker

  • Grupsuz
  • *
  • İleti: 1986
  • Cinsiyet: Bay
Sezai Karakoç
« Yanıtla #8 : Eylül 17, 2008, 01:40:35 ÖÖ »
III. PİŞMANLIK VE ÇİLELER

Rüzgar eser, yağmur yağar, tilkiler üşür;
Bir odun parçası aydınlatır ocağı.
Anne ateşin önünde perişan,
Anne ateşin içinde hür...
Rüzgar eser, yağmur yağar, tilkiler üşür.

Yağmurlar sırtıyla sırtımın arasındadır;
Şarkılar dudaklarıyla dudaklarımın.
Bin parçaya böldü beni bir divane sır,
Sesi geliyor sesi günahkar çocukların;
Şarkılar dudaklarıyla dudaklarımın arasındadır.

Gönüller yanarak kavuşacaktı;
Yüzdeki ıstırap, çile ocağı,
Onun bu ocakta yanan toprağı,
Bir gece rüyamda avuçlarımı yaktı,
Gönüller yanarak kavuşacaktı.

Benim gözlerim yeşildir, onun gözleri kara;
Ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara.

*

Annenin başı elleri arasında,
Parmağında aydınlık günlerden kalma yüzük.
Bir fotoğraf asılıdır duvarda:
Aynaya, geceye, maziye dönük,
Annenin başı elleri arasında,

Bir tüfeğin burnu havadadır,
Ateş almak üzredir, mermisiz.
Ben bir küçük kızım, ben bir deli kızım,
Siz beni ne anlarsınız siz!
Bir tüfek ateş almak üzredir, mermisiz...

Bir saman çöpüne tutunmuş kızların
Eteğini ben çektim.
NEyleyim göğsümü kara dağın sert rüzgarı doldurmuş,
Annemden ilk sütü Gülce'de içtim.
Ankara'ya, çatal dağa biz zindandan gün vurmuş:
Az kalsın yerine ben ölecektim
Bir saman çöpüne tutunmuş kızların...

Kediler halıları parçalıyor,
Kırmızı bir ışık düşüyor yere.
Annenin dizinde derman yok,
Annenin kafası iki parçadır.

Hükmedemiyor insan ruhuna ateş,
Rüzgar hükmedemiyor incecik perdelere;
Kediler halıları parçalıyor.

Ateşte sarı gül açan saksılar,
Kızarmış bir ekmek gibi duruyor;
Kulağıma garip sesler geliyor.
Kuş yumurtasından çıkan insanlar
Ahırda bir ata eğer vuruyor,
Kulağıma garip sesler geliyor.

Ben bir şarkı, ben bir tüyüm;
Ben Meryemin yanağındaki tüyüm.
Beni bir azizin nefesi uçurur,
Kalbimde Allahın elleri durur.
Cici ayaklarım iplikle bağlı,
Ben onun sılası, kendimin gurbetiyim;
Ben bir azizin hasreti,
Ben Meryem'in yanağındaki tüyüm.

Benim gözlerim yeşildir, evet evet, onun gözleri kara;
Ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara...

*

Ocak sönüyor, ateş kül oluyor.
Annenin saçları beyaz,
Anne saçlarını yoluyor.
Ateşin içinde gül açar, servi büyür, ardıç büyür, çocuk büyür;
Ocak sönüyor, ateş kül oluyor,
Anne ruhunda ruhuma eğiliyor.

Yaralı kuş kanadını ısıtan
Bir güneş toprağı yarıp çıkacak.
Kadınlar sansa da yaşadığını,
Şarkısız kaldıkça yaşamayacak.
Kadınları şarkılar, geceler aydınlatır.
Kadınları şarkılar, akrepler aydınlatır.
Kadınları şarkılar, zehirler aydınlatır...

*

Artık ben gideceğim, ata eğer vuruyorlar.
Hatıralarımı birer birer yakacağım.
Entarimi parça parça edip
Zehirli kirpilere bırakacağım.
Beyaz bir kayanın üstüne çıkıp
Göğsüme siyah bir gül takacağım.
Batan güne doğru kurşunlar sıkıp
Kendimi boşluğa bırakacağım.
Ayaklarımın altından geçiyor bir deniz...
Ben bir küçük kızım, ben bir deli kızım,
Siz beni ne anlarsınız siz!
Artık ben gideceğim atım kişniyor;
Bir bebek mum istiyor, bir ölü şarkı istiyor,
Ayaklarımın altından geçiyor bir deniz, bir deniz;
Beni onun gözleri çağırıyor, duramam duramam.

Benim gözlerim yeşildir, ah, onun gözleri kara;
Ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara...

1952, Güz


VE MONNA ROSA


Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara
Sana doğru uzanan çaresiz ellerimi.
Sırrımı söylüyorum vefakar balıklara:
Yalnız onlar tutacak bu dünyada yerimi.
Koyverip telli pullu saçlarımı rüzgara,
Bir çocuğun ardına düşen heykellerimi
Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara...

Bir çevre sağ elimden bulanık suya düştü
Ve boğazımı sıktı parmaklar ince, uzun.
Günahkar toprağıma saçından bir tel düştü;
Sana ne olmuş Rosa, bir derde tutulmuşsun.
Bir ekmek kadar aziz fikirler böyle pişti:
Noel ağaçları ve manolyalar kahrolsun,
Bir çevre sağ elimden bulanık suya düştü...

Şu şapkayı çıkarıp atıyorum ırmağa;
Her şeyim sizin olsun, hep sizin kesik başlar.
Rüyasında örümcek başlarsa ağlamağa,
İçine gül koyduğum tüfek ölmeğe başlar.
Günahını sırtına yüklenen kaplumbağa
Gibi ölüm önünde öz benliğim yavaşlar.
Öyleyse şu şapkayı fırlatayım ırmağa.

Bu erkekler kokuyu kediler gibi alır
Ve kediler her gece sürünür yastıklara.
Denizleri bahtiyar eden günler kısalır;
Satılmayan çiçekler, zehirli ve kapkara,
Unutulmuş erkekler ve kadınlara kalır.
Bir geyiğin gözleri düşer eriyen kara
Ve erkekler kokuyu kediler gibi alır.

Ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık!
Ve toprağın rüyaya yılan gibi girişi.
Sana da, Monna Rosa, taş bebeği bıraktık,
Ellerinde kılçıklı balıkların bir dişi.
Senin hatıran gibi büyük, yeni, karanlık;
Senin hatıran kadar Allah ve şeytan işi...
Ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık!

Bugün yalnız yağmura tahammül edeceğim;
Ta boğazıma kadar çıkan deli yağmura.
Tüyüme horozdan çok itimat edeceğim,
İtimat edeceğim şu belalı yağmura.
Ruhuma bayrak yapıp ben teslim edeceğim
Asılmış bir adamın iki eli yağmura.
Bugün yalnız yağmura tahammül edeceğim.

Bir tren ışığına, güneşe çekmek seni
Ve bir şehir yaratmak, ruhundan Gülce diye.
Parçalanan gemiyi ve yırtılan yelkeni
Katıvermek sessizce söylenen bir türküye.
Ve sonra bir köşede öldürmek ölmeyeni
Ve son vermek bitmeyen, bu bitmeyen şarkıya,
Bir tren ışığına, güneşe çekmek seni.

Sana tavuskuşunun içime girdiğini
Son, en son söz olarak söylemek istiyorum.
İçime girdiğini, tüyünü yolduğunu
Son, en son söz olarak söylemek istiyorum.
İçimde tavusların bir bir kaybolduğunu,
Bana da bir çift ak kanat kaldığını
Son, en son söz olarak söylemek istiyorum.

Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara
Sana doğru uzanan çaresiz ellerimi.
Sırrımı söylüyorum vefakar balıklara;
Yalnız onlar tutacak bu dünyada yerimi.
Koyverip telli pullu saçlarını rüzgara.
Bir çocuğun ardına düşen heykellerimi
Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara...

1952, Kış (Yılbaşı Gecesi)

Çevrimdışı stalker

  • Grupsuz
  • *
  • İleti: 1986
  • Cinsiyet: Bay
Sezai Karakoç
« Yanıtla #9 : Eylül 17, 2008, 01:41:51 ÖÖ »
Çağın Ufkunda Duran Adam

Yazar: Yunus Nadir Eraslan

“Sanat, şüphesiz insanın geçimini ve üremesini sağlayan faaliyetlerin üstünde, gaye olmaya daha yakın bir mahiyet taşımaktadır. Ama Tanrının sanatı önünde insan sanatı fazladan olarak bir şey getirecek değildir. İnsan bizzat kendisi Tanrının eşsiz sanatından bir örnektir. İnsan sanatı tanrının sanatının gönüle vuran yankılarından doğmakta, onun tükenmez kaynağından beslenmektedir. Tanrının sanatına ermeyen insan veya sanatçının kalıcı bir sanat eseri bırakmasına imkân yoktur. İçinde bulunduğu büyük sanattan habersiz bir sanatçı, kör mimar ve sağır musikişinas imajından da çok yoksun bir imajdır. Çünkü kör mimarın iç gözü görebilir, sağır musikişinasın ruh kulağı duyabilir, ama Tanrının her an mucizelerle dipdiri kaynaşan sanatını duymayan gönülden en ufak bir sanat kıpırtısı beklenemez. Gerçek sanat, Tanrının sanatına götürecektir. Bu bakımdan insanın yaratılış sırrına yakın bir soydan meydana gelmiştir, ama sanatın özündeki ilahi hayranlık duygusu veya sanat duygularındaki arılık derecesi yüzde yüz değildir. Tanrıya doğrudan doğruya yönelememektedir her zaman sanat duygusu. Kimi zaman da Tanrının eserlerine olan hayranlık, O’na olan sonsuz aşka bir engel olmaktadır. İnsan eşyaya takılmakta ve asıl hedeften geri kalmaktadır. Bu bakımdan sanatı saf bir ab-ı hayat kabul etmek mümkün değildir. Belki sanat bulanık bir ab-ı hayattır. Marifet de o bulanıklık içinden saf olanı ayırabilmekte.”[1]

Müslüman sanatçının kimliğini ve hassasiyetini sorguladığımız yıllardı seksenli yıllar. Yukarıda alıntıladığım metin o yıllarda altını çizdiğim satırlardır. Üstat Karakoç’un tüm sanat hayatını uğruna adadığına inandığım yüce bir gaye-i hayalin etrafında tıpkı bir ateşböceği misali bir ömrü tüketmeyi göze aldığının resmidir. Kutsal sanatın yörüngesinde hiç yorulmadan dönenen çağdaş derviş Sezai Karakoç, sanata ve hayata karşı duruşunu da kutsalla kurduğu bağların neticesinde belirlemiştir. O’na göre kutsalın gelecek nesle aktarılmasında sanatçı bir nirengi noktasıdır. Bu bağlamda, sanatın hakikati algılama sürecinde verilen ürünlerden öte başka bir gayeye hizmet edemeyeceği gerçeğinin altını çizerken, verdiği ürünler de bir arayışın değil bir buluşun neticesidir. Böyle ürünler edebiyatımızda ender rastlanan ürünlerdir. Zira arayıştan neşet eden ürünler insanı ve insanlığı bir çıkmazın eşiğine getirmiştir. Sezai Karakoç’un hiçbir eserinde böyle bir çıkmazı tespit etmek mümkün olmadığı gibi sanki onun her kitabı yalnızca bir kitabı anlamak için kaleme alınmıştır. Bu mecrada seyrini sürdüren sanatçı artık kelimeleri yaratan Tanrının insana bahşettiği anlam evrenini müşahede makamındadır. Sezai Karakoç’un bize kazandırdığı ürünler salt bir edebiyat kaygısından çok uzaktır-ki böyle bir makamdan seslenen kişinin belagat yetersizliğinden söz edilemez.

Kanımca O’nu ikinci yeniden ayıran nedenlerin başında yukarıda yaptığımız açıklamalar en ön sırada yer alır. Zaten Fransa geleneğinden neşet bir dergi etrafında toplaşıp poetika üretmek ya da sanat icra etmek belki de üstat için ilahi sanata karşı bir manifesto olarak da algılanmış olabilir. Zaten çağdaş edebiyatın yaptığı da budur. Tanrıyı merkezden alıp yerine insandan neşet bir sanatı merkeze koyan batı uygarlığı insanı Tanrısal kılmaktan bir adım öte gidememiştir. Sezai Karakoç’un tüm eylemleri bu gidişata bir başkaldırıdır. Sanatçı sahih bir kaynağın bilgesidir. Ancak böyle olduğu müddetçe çağını yorumlayabilir. Ben daha on yedi yaşımda toy bir delikanlıyken O’nun “Ruhun Dirilişi” nam eserini elime aldığımda üstadın elimden tuttuğunu hissetim. Bana şöyle dedi: “- Ey genç, felsefenin karanlık caddelerinde gezinirken, derin kuyular vardır; o kuyuları göremezsin. Seni ansızın yutarlar. Dikkatli ol, her kuyudan farklı sesler gelir. O sesleri iyi dinle kulağın o seslere alışsın ki dipsiz şüphe kuyularına düşmeyesin. Bir bir söyledi kuyuları bana. Nietzsche’nin, Sartre’ın ve Camus’nün kuyularını ben O’ndan öğrendim. Yine üstaddan bir alıntıyla devam edelim. “Sartre, bir bakıma Camus’nün içi dışına çevrilmiş şeklidir. O, Camus’nün aksine, insanın tam bağımsız ve hür olduğunu kabul etti. “İnsan kendini yapar”, ” insan kendini seçerken başkalarını da seçer” derken, insanı içine girdiği veya içinde dolaştığı her olgudan sorumlu tuttu. Kaderi inkar etmekle kalmayarak dış şartları da tanımak istemedi. Bu çizdiğimiz Sartre portresi, elbet komünizme iyice angaje olduğu dönemden önceki Sartre’a aittir. Yani aynı sıkıntıdan çıktıkları halde, Camüs’nün donuk “yabancı”sı ile, Sartre’ın ruhun kendi varoluş uçurumunda duyduğu “bulantı”sının ortaya çıktığı zamanlardan başlayarak bütün büyük eserlerini içine alan ve asıl Sartre diyeceğimiz dönemine ait. Bu Sartre bir nevi mutezile düşüncelerini andırmaktadır!”[2] İşte yazarla el ele dolaştığınız anlardır bu anlar. Okur ile yazar arasında kurulan ünsiyet hayatın karanlık caddelerinde karşıya atlayamayacağınız kadar geniş çukurları geçmekte yardımcı olabiliyorsa muhkem bir bağa dönüşecektir. Bu bağlamda sanatçı geçmiş ile yeni nesil arasında kadim bir köprüdür de…

Sezai Karakoç’un bütün metinlerinde toplumun önünü açan ve adeta ufuktan geleceği müjdeleyen bir sesin ünlediğini duyarsınız. Bu umut yüreklere serpilen diriliş muştusudur. Bu ses Hıra’da yankılanan ilahi sesin Müslüman sanatçıya tevarüs eden yankısıdır. Bu ses sanatı ebedi kılmak saçmalığıyla değil de gerçek ebedinin sanatını ifade etmek adına yapılan bir diriliş eylemidir. O’nun tüm eserleri müslüman sanatçı gözüyle yaşadığı çağın bir yorumudur.

Üstattan kelam edip şiirlerinden bahsetmemek büyük haksızlık olur elbet. O’nun şiirleri de bir oluşun, olgunlaşmanın meyvesidir. Onun metinlerine aşina olan okurda, şiirlerinde gezinirken sanki bir mimarın iki farklı eserinde dolaşıyor hissi uyanır. Evet, birden insanın içine girer gibi olursunuz. Metinlerinde sizi kurduğu köprüden geçiren şair, şiirlerinde sizi içine alır adeta. Bir insanın içine girer gibi girersiniz Karakoç’un şiirlerine. İşte Monna Rosa’nın efsaneleşmesi de bundandır. O bir durumun, bir olayın şairi değildir. Bizlere öyle bildik hikâyeler anlatmaz şiirlerinde. Monna Rosa’da öyledir. Toy bir delikanlının ağzından dökülen sözlerin devrin bulvar edebiyatının çok ötesinde imajlar taşıdığı bir vakıadır. Daha o yıllarda şairin konumlandığı yeri ifade etmesi açısından da önemlidir. Mahreme arkasını dönerek mecaz bir dille aşka geçit aramıştır belki de. Mecaz aşkın dilidir; aşkı mecazsız ifade eden şairler Süleymaniye’yi fotoğrafına bakarak tarif etmeye kalkmışlardır(!) Yakın zamanlarda da Monna Rosa’yı paparazzi mantığıyla değerlendirmeye çalışanlar olmuştur. Onlar kendilerince aşkı dokunulur kılmışlardır güya. Ne büyük tevafuktur ki üstat sanki bu olacakların cevabını daha o yıllarda ikinci dörtlükte vermiştir.

/ Ulur aya karşı kirli çakallar

Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa

Monna Rosa bugün bende bir hal var

Yağmur iğri iğri düşer toprağa

Ulur aya karşı kirli çakallar./

Hülasa Sezai Karakoç şiiri bize insanın yeryüzü maceralarını anlatır. Elbette düz yazılarında olduğu gibi şiirlerinde de insanın olgunlaşma sürecine şahit olursunuz. O, örneklik vazifesinin şuurunda bir şair olmanın çilesini çeken ve çekmeye devam eden şairdir.

Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından verilen 2006 yılı Kültür ve Sanat Büyük Ödülünün üstada verildiği haberini duyduğumda yaşadıklarım buruk bir sevinçti sadece. Ne ki O, ödül alan değil, ödül verebilecek tek şahsiyettir. Soruyorum, Karakoç�tan ödül almayı kim istemez ki?



[1] “Ruhun Dirilişi” sayfa 80, Diriliş Yayınları 1979 nüshası

[2] “Ruhun Dirilişi” sayfa 97



Çevrimdışı stalker

  • Grupsuz
  • *
  • İleti: 1986
  • Cinsiyet: Bay
İnancını da Şiirine Dahil Eden Şair
« Yanıtla #10 : Eylül 17, 2008, 01:45:09 ÖÖ »
İnancını da şiirine dahil eden şair
Bu yıl Kültür ve Sanat Ödülü verilen Sezai Karakoç 'vazifeli' şairler soyundandır. Türk şiirinde en 'politik' şiirleri yazan iki şairden biridir
HAYDAR ERGÜLEN
1. Sezai Karakoç 'vazifeli' şairler soyundandır: İlk şiirlerini ortaokula giderken yazması, küçük yaşta Ferideddin-i Attar'ın "Mantık-ut Tayr" ve "Pendname"sini okuması, ilk şiiri 'Sabır'ın henüz 17 yaşındayken, Büyük Doğu dergisinde yayımlanması ve efsanevi şiiri "Monna Rosa"yı 19 yaşında yazması, kısacası bu erken başlayan çaba, bu sürekli verim ancak 'vazifeli' bir şairin harcı olabilir. Hemen bütün büyük şairlerde rastladığımız 'metafizik gerilim'in kaynağında, biraz da onların kendilerini 'vazifeli' hissetmesi yatar. Rimbaud, Baudelaire, Octavio Paz, Neruda, Nâzım Hikmet, Dağlarca gibi Sezai Bey de bu soy şairlerdendir. Ebubekir Eroğlu'nun "Sezai Karakoç, kendi içinden kaynaklanarak çıkan ve çevresindeki hacmi doldurarak büyüyen bir şiiri geliştirmiştir" sözleri de, bu 'vazifeli' olma haline temas eder.

2. Sezai Karakoç modernist bir şairdir: Cemal Süreya, Sezai Bey'in ünlü şiiri 'Balkon' yayımlandığında, bu şiirin 'güzel' olduğunu, ama daha da önemlisi 'yeni ve daha güzel şiirler yazdıracak bir yatırım olduğunu belirtir. 'Balkon', medeniyetin kötü habercisi olarak gerilimi artıran bir şiirdir. Bütün öncü ve modernist şairlerin de, bu anlamda bir tür 'kahin' (bilici) olduğunun da en iyi delilidir. Öte yandan Karakoç'un II. Yeni'den söz ederken söylediklerini hatırlayalım: "Yeni Gerçekçi akımda, 'Ben'in en küçük davranışı bile büyük bir haber gibidir.../ ... Peşin hükümleri olmaksızın, hayatı sağlamak için harcanan ek hayatı ihmal ederek, hayatı, evrendeki yerini unutmayan/hesaba katan bir gözle hayatı inceliyor." Bu cümlelerden de anlaşılacağı üzre, 'Ben', modern şiire içkin bir 'Özne'dir ve onun en küçük davranışının bile büyük bir haber olması, modernizmin şiire kazandırdığı bir irtifadır.

3. Sezai Karakoç, Türk şiirinde en 'politik' şiirleri yazan iki şairden biridir: Öteki ise elbette Nâzım Hikmet'tir. Nâzım Hikmet 'Komünist Ütopya'nın şairi olurken, Sezai Bey'in de İslami inancı doğrultusunda bir 'Uygarlık Ütopyası'nın izinde yaşayıp üretmiştir. Her iki 'ütopya' doğrultusunda yazan pek çok şair vardır, fakat Nâzım Hikmet ve Sezai Karakoç, hem 'büyük' şair olmaları, hem de Cemal Süreya'nın deyimiyle 'inancının çılgını' nitelemesini hak eden edebi ve düşünsel üretimleriyle, verimlerinin 'biricik'liğiyle hepsinden ayrılırlar. II. Yeni de sanılanın aksine çok 'politik' bir şiirdir. 'Sıkıntı'yı devrimci bir durum olarak şiirleştiren Turgut Uyar, ilk kez mikroiktidar/lar karşıtı şiirler yazan, 'feminist' bir şair olduğu da söylenmiştir, Ece Ayhan'ı hatırlayalım. İslam inancının şiirini zirveye taşıyan isimse şüphesiz Sezai Karakoç'tur.

4. Sezai Karakoç 'gelenekçi' bir şair değildir: 'Gelenek' kavramı, günümüzde özellikle şiir açısından bakıldığında, anlamından saptırılmıştır. Sezai Karakoç da 'gelenekçi' şairler safında değerlendirilmiştir. Oysa Sezai Bey, ne o saftadır ne de 'gelenekten yararlanma'yı benimsemiş şairlerin safında. Turan Karataş'ın "Doğu'nun Yedinci Oğlu:Sezai Karakoç" (Kaknüs Yay.,1998) kitabında belirttiği üzere, Karakoç için gelenek "asıl kontak kurulan nokta ve aynı ruh dünyasını, dünya görüşünü paylaşmış olması"dır. Ona göre geçmiş 'bitmiş, kapanmış bir devri saadet değil, yeniden yaratılması mümkün ve gerekli' bir zamandır. Geçmiş zaman, belirli bir dönem (Divan edebiyatı, Osmanlı) değil, beşeri değerlerin bir bütünüdür. Buna dönüş mümkündür ve bu bir uyanış, diriliştir.

5. Sezai Karakoç şiirinde metafizik, hayatın içindedir: Sezai Bey'e ilişkin bir tespit de, onun şiirinde 'neomistik ürperti'nin var olduğudur. Sanılır ki, şiirlerinde 'metafizik öge'lere rastlanan şairler, hep 'öte/öteki dünya'ya dair konuşurlar, bu dünyaya değinmezler. Karakoç'un şu cümleleri ondaki 'metafizik'in bu dünyadan soyutlanmadığına işaret eder:"Bizim metafiziğimiz ; Tanrı ve ahiret inançlarıyla şahdamarında gürül gürül canlı bir kan akan bir metafiziktir. İslam uygarlığının temel ilkesi olan mutlaklık aleminin bu dünya penceresinden görülen manzarasıdır. Bu dünya, aslında o dünya metnine bir çıkma, bir dipnottur. Fizikötesi, hayatın içindedir."

6. Sezai Karakoç 'Diriliş'in şairidir: Karakoç "Benim şiirim aşk, hürriyet, arayış ve ölüm gibi varolmanın dinamitlendiği noktalardaki trajik espriyi, irrasyonele, absürde bulanmış 'mutlak'ı zaptetmektir" derken, II. Yeni'yi salt dilsel serüvene indirgeyen tutumdan farklı düşündüğünü de belirtir. 'Diriliş Düşüncesi'yse ilk kez, Cezayir bağımsızlık savaşı dolayısıyla 1954'de yayımladığı "Bir Milletin Ba'süba'delmevti" adlı yazısında belirir. II. Yeni'ci olmasıyla 'Diriliş' düşüncesinin oluşması aynı zamana rastlar. 'Garip'çiler tarafından neredeyse çırılçıplak bırakılmış şiire, II. Yeni'nin tekrar itibarını kazandırdığı, bilerek ihmal edilen ses, müzik, ritm ve ahenk duygusuyla şiir sanatlarının yeniden şiire davet edildiği, şiirin de yeniden 'Diriliş'inin gerçekleştiği bu dönemde, Sezai Bey'in hem şiirdeki 'Diriliş' hareketine katılması, hem de bir 'uygarlık projesi' olarak 'Diriliş Düşüncesi'ni oluşturması elbette ilgi çekicidir. Kaldı ki bir 'sevgi devrimi' olarak nitelediği 'Diriliş Düşüncesi'nin köklerini Asr-ı Saadet'e kadar uzatması ve asıl halkalarının Muhiddin Arabi, Gazali, Mevlana, Şeyh Galip, son halkanınsa Necip Fazıl olduğunu belirtmesi, düşünceyi de çoğunlukla şairlere dayandırdığını ve kökeninde şiir olduğunu gösterir.

7. Sezai Karakoç, şiiriyle de bir 'uygarlığın sözcüsü' olmayı üstlenmiştir: Sezai Karakoç'un tüm şiirlerine, fakat özellikle "Balkon", 1966'da yazdığı "Köpük" ve devamına baktığımızda, onun bir şair olarak, 'İslam uygarlığının sözcüsü' olmayı seçtiğini görürüz. O şiirleriyle, 'yok olma tehdidiyle karşı karşıya kalan bir uygarlığın yeniden kurulmasına, inanç dünyası, düşünce dünyası ve estetik dünyanın yeniden canlandırılmasına yönelik bir umudu' canlı tutar. Bu da bir bakıma Karakoç'un şiirini 'evrensel' kılar, çünkü onun şiiri aynı zamanda günümüz dünyasının önemli bir parçasını oluşturan İslam coğrafyasının sorunlarıyla birlikte dünyanın da sorunlarını dert edinen, tüm insanlığa da çağrıda bulunan bir şiirdir.

8. Sezai Karakoç, II. Yeni'ci olmasaydı da büyüklüğü teslim edilirdi: Sezai Bey'in, Türk şiirinin büyük şansı olan II. Yeni'nin kurucularından olması, elbette farklı kesimler tarafından daha çok bilinmesini de sağlamıştır. Fakat kabul etmek gerekir ki, Sezai Karakoç II. Yeni şairi olmasaydı da yine aynı kabul ve ilgiyi görürdü. Ben, her dönemde varolan şiire ilişkin umutsuzluğa karşın, iyi ve büyük şairlerin güzel bir 'kader'i olduğuna inanıyorum.

9. Sezai Karakoç, şiirimizin üç 'Parasız Yatılı'sından biridir: Ünsal Oskay'ın saptamasıyla, şiirimizde üç 'parasız yatılı' vardır: Ece Ayhan, Cemal Süreya, Sezai Karakoç. Üçü de Mülkiye'den arkadaştır, üçü de üniversiteyi devlet bursuyla okumuştur. Ve üçü de devletle ilişkilerinde hep 'mesafeli' olmuştur. Ece Ayhan'ın devlet hizmetinden hemen atılması, Sezai Bey'in kısa süren memuriyeti ve Cemal Süreya'nın uzun fakat 'sorunlu' hizmetlerini göz önüne alırsak, üçünün de devletle başlarının pek hoş olmadığı anlaşılır. Bu açıdan bakıldığında, popülist yönsemeleri fazla olan Garip'in ardından Türk şiirinde ilk 'sivil şiir' olarak II. Yeni'nin belirdiğini görebiliriz.

10. Sezai Karakoç görene 'gizli' bir şair değildir: Sezai Bey'in şairliği ve düşünce adamlığı yanındaki önemli özelliklerinden biri de, eleştirdiği çağın ve sistemin imkanlarından faydalanmayı en aza indirgemiş oluşudur. Ne tv ekranlarında görürüz onu ne radyoda sesini duyarız, ne gazetelerde çıkar karşımıza ne dergilere röportaj verir. Bu günümüzde az rastlanır bir 'şair tutumu' olarak elbette 'gösteri toplumu'na temelli bir itirazdır ve ardında bir derviş tutumu kadar, dahası ondan da çok, politik bir bilinç yatar. Sezai Bey'in kendini gizlemek ve böylece etrafında 'gizemli' bir hava yaratmak gibi bir amacı ve kaygısı yoktur elbette. O şiirini ve düşüncesini kitaplarıyla, çıkardığı 'Diriliş' dergisiyle iletirken, elbette görene değil, 'görmeyene gizli' bir bir şair olacaktır.

Çevrimdışı musalli

  • Yeni Üye
  • *
  • İleti: 4058
Sezai Karakoç
« Yanıtla #11 : Eylül 29, 2008, 01:16:19 ÖÖ »
Degerli paylasiminiz ve paylasirken verdiginiz emek icin cook tesekkur ederim..

Çevrimdışı stalker

  • Grupsuz
  • *
  • İleti: 1986
  • Cinsiyet: Bay
Sezai Karakoç
« Yanıtla #12 : Eylül 29, 2008, 11:13:07 ÖS »

Nazik cevabınız için ben size teşekkür ederim.

Çevrimdışı DER!N

  • Yeni Üye
  • *
  • İleti: 991
Sezai Karakoç
« Yanıtla #13 : Şubat 21, 2009, 06:28:00 ÖS »
Şimdi daha iyi anladım -siyah güller, ak güller...

Teşekkür ederim.

Çevrimdışı stalker

  • Grupsuz
  • *
  • İleti: 1986
  • Cinsiyet: Bay
Sezai Karakoç
« Yanıtla #14 : Şubat 21, 2009, 07:12:01 ÖS »
Ben teşekkür ederim okuyup değerlendirdiğin için.
Üstad çok derindir, derinliğinde kaybolmadan onu anlamaya çalışmak ayrıcalıktır.Sadece bu şiirinde değil bütün eserlerinde duruşunda sırlar gizlidir.
« Son Düzenleme: Şubat 21, 2009, 07:12:52 ÖS Gönderen: stalker »

 

Seo4Smf 2.0 © SmfMod.Com | Smf Destek