İskilipli Hoca’yı rahmetle anıyoruz
Cumhuriyet’in ilk yıllarına damgasını vuran İstiklâl Mahkemeleri, ortada suç olmadığı halde verdiği tartışmalı idam kararlarıyla hâlâ hafızalarda tazeliğini koruyor.
Bu kararlar içerisinde en çok tartışılan ise, kanun çıkmadan önce yazılan bir eserin yazarı İskilipli Atıf Hoca’nın idam edilmesiydi. İskilipli Atıf Hoca’nın yazdığı “Frenk Mukallitliği ve Şapka” isimli eser, İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’nün izniyle yayınlanmıştı. Eserin yayınlanmasından yıllar sonra çıkarılan kanunla kurulan İstiklâl Mahkemeleri, Atıf Hoca’yı da yargıladı. Savcı üç yıl hapsini istediği halde, mahkeme idama mahkûm ederek cezasını 4 Şubat 1926'da infaz etti. Bu durum 1924 Anayasası’na ve Ceza Hukuku’nun en temel ilkelerinden biri olan “Suç ve Cezaların geçmişe yürümezliği” ilkesine açıkça aykırıydı. Bir başka aykırılık da, İstiklâl Mahkemeleri’nin verdiği idam cezalarının kolordu komutanlıkları tarafından onaylanarak infaz edilmesiydi. Oysa, onama yetkisi 1924 Anayasası’nın 26. maddesine göre açıkça TBMM’ye aitti.
(https://www.davetci.com/d_biyografi/foto_iatifhoca.jpg)
Atif Hoca’nin Asilmasi
Kanunun çıktığı yıllarda halk, şapkayı adeta cellat satırı gibi görmüştü. Çünkü devrin istiklâl Mahkemeleri’nde görülen davaların çoğu şapkayla ilgiliydi. Bu mahkemelerin kuruluşundan yaklaşık 1.5 ay sonra, Ankara İstiklâl Mahkemesi’ne de meclis’in onayına lüzum kalmaksızın idam cezası verme yetkisi tanınmıştı. Bu mahkemeler, mevcut kanunlara dayanarak seyyar olarak gittikleri her yerde idam cezası verebilmiş ve cezaların meclis’te tasdikini beklemeden anında infaz ettirmişti. Gezici mahkemeler; Erzurum, Sivas, Rize, Giresun, Trabzon, Kahramanmaraş gibi yerlere giderek onlarca kişiyi cezalandırmıştı.
İskilipli Atıf Hoca da, ‘şapka kanunu’na muhalefette bulunduğu’ iddiasıyla istanbul’da tutuklananlardan birisiydi. Atıf Hoca, şapka kanunu’ndan önce yazdığı risaleden dolayı ve savcının yalnızca 3 yıl hapsini istemesine rağmen, idam edilmişti.
Atıf Hoca’yı ipe götüren, son eseri Frenk Mukallitliği ve Şapka’ydı. işin ilginç yanı ise, eser 1924’te yayınlandığı halde, Atıf Hoca 1925’te çıkan kanunla 4 şubat 1926 tarihinde idam edilmesiydi, zira kanun geriye işletilmişti.
İskilipli Atıf Hoca, 1926 yılının sonbaharında Laleli’de, Fethi bey caddesi’ndeki evinden alınarak apar topar Giresun’a götürülür ve oradaki İstiklâl Mahkemesi’nin huzuruna çıkarılır. Mahkemede suçlu sayılması için bir delil bulunmamasına rağmen, tekrar İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne getirilir. Oradan da, ailesiyle bile görüştürülmeden yargılanmak üzere bu defa Ankara’daki İstiklâl Mahkemesi’ne götürülür.
Atıf Hoca Ankara’ya vardığında, olayın ne kadar dallanıp budaklandırıldığını görür; yurdun dört bir yanından meşhur din alimleri toplanmış. ‘Şapka İktisası Kanunu’na muhalefet ettikleri iddiasıyla, Erzurum, Rize, Giresun, Sivas ve yurdun diğer bölgelerinden toplanarak getirilmiş yüzlerce insan, ‘şipşak idam kararı’ vermekle meşhur Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin huzuruna çıkarılmıştı.
Mahkemenin en meşhur simaları ‘üç ali’ler diye bilinen Kel Ali, Kılıç Ali ve Necip Ali’dir.
Atıf Hoca, ilk olarak 26 ocak 1926 tarihinde mahkemeye çıkarılıyor. Duruşma, savcının esas hakkındaki iddiasını okuması için 2 şubat 1926 tarihine erteleniyor. 3 şubat 1926 günü tekrar mahkeme heyetinin karşısına çıkan Atıf Hoca, savunma vermez, ‘haksızlığı hak bilenlere hakkı söylemenin haksızlık olduğu’nun bilinciyle yanındaki arkadaşlarına, “zalim ve katillerle elbette mahşer gününde hesaplaşacağız” der ve bir gün sonra idam edilenler kervanına o da katılır.
Necip Fazıl Kısakürek,son devrin mazlumları` isimli kitabında, Atıf Hoca’nın, arkadaşlarının şaşkın bakışları arasında savunmasını yırttığını anlatıyor.
Hukukçu olmadığı halde pek çok kişinin asılmasına karar veren Kel Ali’nin ne kadar büyük bir çelişki içerisinde olduğunu, 10 mayıs 1989 tarihli tercüman gazetesindeki yazısıyla Veysel Akpınar ortaya koymuştu:
“Mustafa Kemal, Kastamonu’da başına geçirdiği şapkayı bütün Türkiye’de yaygınlaştırmak için trene binip Ankara’ya hareket ettiğinde bu niyetinden kimsenin haberi yoktu. Ancak Vakit (o dönemde çıkan) gazetesinde çalışan Mecdi Bey müstesna. O gazeteci olduğu için haberi duymuş ve binbir zahmetle bulduğu bir şapkayı kafasına geçirerek istasyonun yolunu tutmuştu.
Mecdi Bey eski meclis binasının önünden geçerken, meclis binasının balkonunda oturan Kel Ali (Çetinkaya) kendisini gördü ve onun kim olduğunu sorduktan sonra, yakalatıp huzuruna çıkarttı. Mecdi Bey korkudan bir şey söyleyemiyordu.
Kel Ali:
“Bu gâvur şapkasını giymekten utanmıyor musun?” diye bağırıp çağırdıktan sonra, kendisinin zindana atılmasını emretti.
Daha sonra Mustafa Kemal’in Kastamonu’daki konuşması Kel Ali’ye ulaştı. şapka bulabilen herkes onu istasyonda karşılayacaktı. Çetinkaya, mosmor olmuş bir vaziyette şapka arayıp dururken, aklına birden zindana attırdığı Mecdi Bey geldi. gözleri parlıyordu:
“Bana Mecdi’nin şapkasını getirin, dedi. ama kendisi içerde kalsın.”
ve Kel Ali, Mustafa Kemal’i, ilk defa bu şapka ile karşılar.”
Cübbe, takke, sarık bütün bunlar irticaya işaret ediyor, maziye dönmeye çağırıyordu. Surette değişim gerekliydi. Mahalle muhtarından, Cumhuriyet Halk Fırkası çaycısına, köydeki Ahmet Efendi’den, belediye meclisi azasına kadar herkes şapkalı olmalıydı.
Değişimi, damar damar bütün Anadolu’ya taşıyabilmek için kanun gerekliydi. 25 Kasım 1925’te kabul edilen yasaya göre Türk milletinin “umumi serpuşu”nun şapka olduğu resmen ilan edildi.
İhtiyacı karşılayabilmek için devletin son üç yılda yaptığı ihracatından daha yüksek bir meblağ ödenerek İtalya’dan şapka getirtildi. Şapkalar ellişer lira bedelle (ortalama bir memur maaşının iki katı) ve bir yıla yayılan taksitlerle bütün memurlara satıldı
Şapka giymek, yani değişmek bir talep değil emirdi. Giymemenin müeyyidesi vardı. Başbakan İsmet İnönü’nün imzasıyla bütün vilayetlere emirnameler gönderildi. Dünya tarihinde bir ilk gerçekleşiyordu. Kanunla bütün millet üniformaya icbar ediliyordu.
Şapkaya Anadolu’nun tepkisi sert oldu. Halk sokaklara indi. Meydanlar protestocularla doldu, şapkayı reddeden gayri memnunlar bir türlü yatıştırılamıyordu. Ankara’ya telgraflar yağmaktaydı. İşte tam bu noktada devreye Ankara İstiklâl Mahkemesi girdi. Siyasi manevralarıyla mahir Başbakan İsmet İnönü’nün bastırmasıyla, idam kararlarını infaz yetkisi şapka davalarına bakacak olan Ankara İstiklâl Mahkemesine verildi. Böylece maznunların üçer beşer darağacına gidiş yolları açılmış oldu.