Yüzyılın Aşk Şiiri Mona Roza'nın Öyküsü / Sıddık Akbayır
Açıklama:
Şiir, ilk olarak Hisar dergisinin 26 Haziran 1952 tarihli sayısında,[1] daha sonra 4 Aralık 1952 Mülkiye dergisinde "Aşk ve Çileler" altbaşlığı ile dört bölümlük bir şiirin ilk bölümü olarak yeniden yayımlandı. İlk bölümü Aşk ve Çileler, üç ayrı dergide (Hisar, Mülkiye, Büyük Doğu) yayımlanan Mona Roza, bu bölümüyle tanınmıştır. Şiirin Hisar dergisinde çıkan ilk bölümü "Aşk ve Çileler", diğer dergilerde yayımlanan ve elden ele dolaşan çoğaltılarında bazı farklılıklar gösterir:
Monna Rosa, (Karakoç, Sezai; 3. Basım, Diriliş Yayınları, İstanbul 1998, s. 13-20)
Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak.
Zeytin ağacının karanlığıdır
Elindeki elma ile başlayan...
Bir yakut yüzükte aydınlanan sır,
Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,
Zeytin ağacının karanlığıdır.
Anla Monna Rosa, ben öteliyim...
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne;
Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,
Diğer Metinler
Malatya gülleri ve beyaz yatak / Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi,
Bende çıkar güneş aydınlığına.
Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi
Seni hatırlatır her zaman bana
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi
Anla Mona Roza ben bir deliyim
Bir tüy ki, can verir bir gülümse sen,
Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,
1950'lerde yazdığı ve fotokopileri elden elde, kuşaktan kuşağa dolaşan efsanevi Monna Rosa bile tek başına onun ne kadar büyük bir şair olduğunun kanıtıdır.
"Mona Rosa", Türk şiirinin en görkemli "imkânsız aşk" şiirlerindendir. Sezai Karakoç, biraz da o "imkânsız aşk"ın etkisiyle evlenmez.
Tam 50 yıl boyunca yayımlamaktan kaçındığı Monna Rosa adlı kitabını ancak 1998'de okur karşısına çıkarır. Yeryüzünde kitap biçimini almadan bu kadar uzun bir süre sadece fotokopiyle çoğaltılarak bu kadar çok kişiye ulaşmış bir başka kitap var mıdır, bilinmez.
Şiir adına söz alınan her ortamda, ne zaman eski günlerden, unutulmuş aşklardan, efkârdan, melankoliden söz açılsa hemen topluluk içinden biri sessizce Monna Rosa'nın başlangıç dizelerini okumaya başlar.
Karakoç'un 19 yaşında yazdığı bu şiiri, niçin 1998'den önce kitap biçiminde yayımlatmadığı konusunda tatmin edici bir açıklama yoktur. Söylenen her şey, bir varsayımın kıyısında dolaşır.
Ece Ayhan'a göre, 'pingponglu bir aşk kırgınlığı onu mecnun kıldı: Mona Roza. Kafasındaki kıza ihanet etmemek, derviş olmak için hiç evlenmedi.'
"Ping-Pong Masası" şiirinde raketlere vuran topun çıkardığı tekdüze tak tak sesleri, dolayısıyla şairin beyninde bir saatin tik takları gibi, bir ping-pong topunun tak takları gibi tekdüze acılı düşünceler. Ve bir sevda, ve sevdası tek yanlı, aşkı umursanmayan bir Sezai.[2]
"Monna Rosa" dört bölümden oluşur:
Aşk ve Çileler, Ölüm ve Çerçeveler, Pişmanlık ve Çileler, Monna Rosa.
Her bölümde anlatıcının konumu değişmektedir. Birinci bölümde o bir âşıktır. İkinci bölümde ise olaylara az çok nesnel bir şekilde uzaktan bakmaktadır. Üçüncü bölüm sevilen kızın ağzından yazılmıştır ve dördüncü bölüm artık ilahi aşka hasretini ifade eden aşığın ağzından anlatılır. Birinci bölüm karşılığını bulamayan aşk konusundadır, ikinci bölüm aşığın intiharı ile ilgilidir, üçüncü bölümde sevgilinin pişmanlık duyguları ve intiharı aktarılır. Dördüncü bölümde ise ilahi aşk arayışı dile getirilir. Bütün bölümlerde hece vezni kullanılmış olmasına rağmen üçüncü bölümde serbest vezin kullanılır. Serbest veznin bu bölümdeki kullanılışı anlatım tekniği ile açıklanabilir; çünkü bu bölümde bilinç akışını andıran bir şekilde beşeri sevgilinin düşünce ve duyguları anlatılır. Serbest vezin bu açıdan şaire belli bir özgürlük, anlatıcıya da doğallık kazandırmaktadır. Bunun altının çizilmesi lazımdır çünkü o yıllarda Karakoç'un geldiği ideolojik çevrelerden bir şair için serbest vezni kullanmak olağanüstü bir durumdu. Ellili yıllarda serbest vezin, daha çok sol kesimin ve Nurullah Ataç'ın tuttuğu şairlerin tekelindeymiş gibi görülmekteydi.[3]
Çözümleme
A. Metnin İletişim Boyutu
Başlık: Monna Rosa / Aşk ve Çileler
Karakoç'un 19 yaşında yazdığı bu şiiri, niçin 1998'den önce kitap biçiminde yayımlatmadığı konusunda tatmin edici bir açıklama yoktur. Önemli olan bir başka sorun da şiirin adıyla ilgilidir. Bazı bölümleri Anadolu'da geçen ve tasavvufi bir boyutu olan bir şiirde sevgiliye yabancı bir ad verilmesi şaşırtıcıdır. Ancak Rosa'nın Latincede gül anlamı taşıdığı unutulmamalıdır.[4] Gül, divan edebiyatının başlıca imgelerindendir ve gülün çağdaş Türk şiirinde Osmanlı medeniyetinin kültürel birikimini temsil eden bir imge olduğu söylenebilir. Sezai Karakoç birçok eserinde gül imgesini kullanmıştır. "Monna Rosa" adlı şiirde gülün Latincesini "rosa"yı kullanması genel olarak Karakoç'un ilk eserlerinde bulunan, birçok eleştirmenin onu İkinci Yeni akımın içinde değerlendirmesine neden olan, kapalı ve saydamlıktan uzak öğelerin yoğunluğu çerçevesinde değerlendirilmelidir.
"Sıradışılığına rağmen "Monna Rosa" başlığı, Leonardo da Vinci'nin meşhur Jokond portesini hatırlatır. Bilindiği gibi resmin diğer adı Mona Lisa'dır. Ancak bu şiirde Rönesans dahisinin eserlerine açık veya kapalı hiçbir gönderme yoktur. Belki de bu başlık Nazım Hikmet'in Jokond ile Si-Ya-U adlı eserinde Jakond'a sahip çıkmasına bir cevaptır. Nazım Hikmet'in Monna Lisa'sı destanın sonunda, Çin'deki sömürgeci vahşetine tanık olduktan sonra tarihsel maddeciliğe dönerken, Monna Rosa gizemci özlemin nesnesi olarak kalır. Şiirin başlığının böyle siyasi bir değerlendirmesi o kadar da abartılı değildir. 1951 'de Nazım Hikmet Sovyetler Birliği'ne sığınmıştı. Soğuk savaşın gerilimli yıllarıydı. Türkiye'de de solcularla sağcılar arsında, bazen sadece kelimelerde kalmayan, şiddetli tartışmalar oluyordu. 1954 yılında Sezai Karakoç, yayın hayatı kısa sürmüş, birçok yönüyle ilkel, komünist karşıtı Komünizme Hücum adlı dergide iki yazısını ve bir şiirini yayınlattı. Bu eylem, Karakoç'un Marksizme karşı tavrını açıkça göstermektedir. Böylece 'Monna Rosa'nın başlığı sahiden o doğrultuda da değerlendirilebilir: Türkiye'nin kültürel kaderini o çok etkilemiş olan sağ-sol çatışmasının bir sahnesi de belki Louvres müzesindeki bir resmin önünde yaşanmış oldu."[5]
Sezai Karakoç'un edebi projesi klasik İslam kültürünün imge ve mecazlarını modern bir şiir anlayışı çerçevesinde yeniden yorumlayarak onları çağdaş Türk edebiyatına kazandırmak ve böylece siyasi projesini edebi alanda gerçekleştirmektir. "Nazım Hikmet ise aynı imgeleri alıp, örneğin rubailerinde veya bazı oyunlarında yaptığı gibi onları dini ve gizemci anlamlarından çıkarıp Markiszmin ışığında yeniden yorumlamaktadır. Sezai Karakoç, Nazım Hikmet'e İslamî bir cevaptır ve "Monna Rosa da o cevabın ilk örneğidir."[6]
Sezai Karakoç "Monna Rosa"nın "modern bir Leyla ile Mecnun denemesi[7] olduğunu söyler. Sevgililerin birleşememeleri ve ilk aşamada beşeri olan aşkın daha sonra ilahi aşka dönüşmesi konu açısından "Monna Rosa"yla Leyla ile Mecnun arasında bir yakınlık olduğunu göstermektedir. Zaten Sezai Karakoç 1980'de hikayenin gizemci boyutu üzerinde duran ve anlatıcının onu yeniden yazma gerekçelerini aktardığı yeni bir Leyla ile Mecnun yazmıştır.
Anlatılan Özne:
Şiirin yazılma nedeni, Karakoç'un Mülkiye'deki bir sınıf arkadaşıyla ilgili duygularıdır. Şiirin ilk versiyonundaki düzeni şöyle bir akrostiş vermektedir: Muazzez Akkaya[8]. Ancak, Sezai Karakoç o konuda da hiçbir bilgi vermemekte ve hatta, okuyucuların bu tür detayların üzerinde durmamaları gerektiğini belirtmektedir. "Aşk ve Çileler" genç bir erkeğin ağzından karşılığını bulamayan aşkın imgesel, divan edebiyatına göndermelerle dolu bir anlatımıdır.
Şiirin sonuna doğru anlatıcı beşeri olmayan ilahi olan gerçek aşkı keşfeder.
Anlatıcı:
Anlatıcının, yani şiir kişisinin, Sezai Karakoç olduğu, şairin kendi açıklamalarından anlaşılmaktadır: "1952 baharına girerken 19 yaşında ve Mülkiye ikinci sınıftayım. Bir şiir üzerine çalışıyorum. Bu şiir gittikçe beni kendi dünyasına çekiyor. Yıllar, serbest şiir denen ölçüsüz, kafiyesiz şiirin zafer yılları. Orhan Veli akımı bir sel gibi edebiyatımızı kaplamış. Okul kitaplarında henüz Yahya Kemal'in saltanatı devam ediyorduysa da piyasayı Orhan Veliciler istila etmeye başlamıştı. Yaşlılar, edebiyat fakültesi profesörleri, makalelerinde Yahya Kemal'den bahsediyorlardı, ama dergilerde gençler Orhan Veli ve arkadaşlarının açtığı çığırdan giderek tüm geleneksel şiir değerleriyle ilişkilerini kesmiş bulunuyorlardı. Şairanelik hor görülüyordu. Edebiyatımızın 'gül', 'bülbül' gibi mazmunları alay konusuydu. Bütün değerler yere serilmiş gibi gözüküyordu. Kadın; 'tak takıştır, sür sürüştür, muhallebiciye gel, piyasa vakti' çerçevesinde algılanıyordu. Ben hecede ısrar ediyordum. 'Gül' kavramını yeniden diriltmenin gereğini düşünüyordum hep. 'Monna Rosa' (Mona Roza) böyle doğdu. Modern bir Leyla ile Mecnun denemesiydi bu. Bir gencin dilinden anlatılış şeklinde başladı şiir. 'Rose' bilindiği gibi 'gül' demekti. Böylece, aşağılanan 'gül' kavramını yeniden gündeme getirmek istedim. (...) Aslında 'gül' mazmunu ve modern anlamda 'Leyla ile Mecnun' hikayesi, şiirimize tekrar bu şiirle girdi denebilir."[9]
Kendisine Anlatılan Kişi:
"Aşk ve Çileler" bölümündeki beşliklerin ilk dizelerinin ilk harfleri arka arkaya getirildiğinde "Muazzez Akkaya" ismi çıkar. M. Akkaya, Sezai Karakoç'la Mülkiye'de aynı sınıfta okuyan biridir. "Şairin, adı geçen bayana kalbi bir yakınlık duyduğu aşikârdır. Hatta bu ilginin bir süreği olarak Karakoç'un aynı yıl evlenme isteğiyle memleketine bir mektup yazdığını ancak, bu arzusunun reddedildiğini hatıralarından anlıyoruz. Mahiyetini çok iyi bilemediğimiz bir gönül ilişkisinden, temiz bir aşktan mülhem bir şiirdir Mona Roza. Bu, oldukça tabiî bir durumdur. Bundan dolayı kimsenin şairi kınadığı falan yoktur. Ne var ki, Karakoç, ısrarla şiirin "öykü"sünü gizlemeye çalışmaktadır, bu tavra da saygı duymak gerekir."[10]
Şiirin gerçekle ilgisini, şairin şiirde akrostişle işaretlediği "seçilmiş biri" (Muazzez Akkaya) konusunda Karakoç'un farklı bir yorumu vardır: "Monna Rosa'nın her şiir gibi bir doğuşu vardır. Ama şiire bakıp birtakım senaryolar uydurulduğu söyleniyor ki, bunların çoğu asıl ve esastan mahrumdur şüphesiz. Şiire bakıp tümünü. hayatın bir fotoğrafı gibi düşünmek, şiiri hiç anlamamak demektir. O kadar ki, hayattan şu veya bu şekilde yansıyan renkler, çizgiler dahi şiire realiteyle ilgilerini keserek, tamamen değişerek girerler. (...) Ben, ne bir Doğu Werther'iydim. Ne de düşünülebilecek senaryoların kahramanı. O günkü psikolojimle, Monna Rosa'da çizilen portre ile ilişkisi farz edilen 'seçilmiş' biri, yüce bir alem, ideal alem çerçevesinde düşünülebilen, en temiz duyguların yöneleceği, bir 'kardeş' olabilirdi. Ancak bunu da realitede gerçeklemek mümkün olmadığına göre, şiir doğuyor ve hayatla olan çelişmesinin bütün azap ve ıstıraplarını beraberinde getiriyordu."[11]
B. Kesitleme
Kesit I
Monna Rosa, siyah güller, ak güller;
Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa, siyah güller, ak güller!
"Aşk ve Çileler"in ilk kesitinden itibaren anlatıcının seslendiği bir sevgili vardır. Şair, bu kesitte, sevgiliye seslenirken bir yandan da şiirin uzamını açıklamaktadır. Bu kesitte, siyah ve ak güllerden söz edilmesi, şiirin diğer bölümleriyle ilişki kurma amacına yöneliktir. Siyah ile ak ve kara ile beyaz arasındaki karşıtlık Mona Rosa'nın dört bölümünde de sürer. 'Siyah' ile 'kara'ya ve beyaz ile aka geleneksel simgesel değerler yüklenmez. Şiirin "Pişmanlık ve Çileler" adlı bölümünde renklerin bu değerleri açık bir şekilde tersine çevrilir: Anlatıcı durumunda olan sevgili günah kadar beyazdır, onu seven ise tövbe kadar kara. Bu sıradışı benzetme, Karakoç'un yazınsal kalıplara karşı çıkma eylemi olarak değerlendirilebilir.
İkinci dizedeki beyaz yatak tamlaması, şiirde cinselliğe dair bir çağrışım söz konusu olmadığına göre, sevgilinin masumiyetini, saflığını simgeler. Sevgilinin doğduğu Gülce (ya da Geyve) diye bir yerden söz edilmesi şairin şiiri gerçekçi bir coğrafi ortamda, yani gerçek dünyada yerleştirmek istemesinden kaynaklanır; Gülce, şiirde adı geçen kişinin gerçekliğine dair bir uzamdır.
Üçüncü ve dördüncü dize ise sevgililerin gelecek ölümlerine bir gönderme yapar. Anlatıcı, -kanadı kırık kuş- seslendiği sevgili yüzünden kana batacağını söyler. Böylece ilk kesitin sonunda divan edebiyatının önemli imgeleri söylenmiş olur. Gül (Monna Rosa, Gülce, siyah ve ak güller) ve kuş. Sevgili bir güldür ve seven anlatıcı kanadı kırık bir kuş... (gül-bülbül ilişkisi)
Kesit II
Ulur aya karşı kirli çakallar,
Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa.
Monna Rosa, bugün bende bir hal var,
Yağmur iğri iğri düşer toprağa,
Ulur aya karşı kirli çakallar.
Bu kesitte, -üçüncü ve dördüncü kesitte de devam edecek olan- mekânın kırsal oluşu üzerinde durulur; imgesel bir anlatımla karanlık ve tehdit edici bir atmosfer yaratılır. 'Çakal' ve 'tavşan' karşıtlığı, bu atmosferin temelini oluşturur. Çakal'lar kirlidir, tavşan'lar ürkek. Yağmur bile toprağa her zamanki gibi düşmez. Anlatıcının avuçlarındaki zaman; rüzgârın kavraması gibidir, bir farkında olma inceliğidir.
"Şiirin bu kesitteki: "Ulur aya karşı kirli çakallar" dizesi, şairin sol görüşlü sınıf arkadaşları tarafından bir "ima gibi görülmüş" ve yanlış anlaşılmalara sebep olmuştur. Hatta bu yüzden Karakoç'a bir komplo düzenlenir, ama boşa çıkar. Halbuki, şairin de belirttiği gibi bu bir tasvir dizesidir ve kimseye sataşma söz konusu değildir."[12]