Allah (cc), çeşitli vesileler göndererek insanları hidâyete erdirir. Peygamberler insanların hidâyetine vesile olduğu gibi gönderilen kitaplar da yine aynı şekilde insanların hidâyetine vesiledir. Tebliğ yapan insanların yaptıkları tebliğ ve irşad faaliyetleri de bu mânâda birer vesile ve vasıta kabul edilebilir. Ancak burada unutulmaması gereken bir nokta vardır; o da şudur: Cenâb-ı Hak, böyle çeşitli vesileler gönderir, ama hiç kimseyi bu vesile ve vasıtaları kabullenmeye zorlamaz. Durum böyle olunca da peygamber hânesindeki bir insan bile bazen hidâyete eremez. Veya tam tersine olur; Firavun sarayında bir mü'min-i âl-i Firavun ve Âsiye yetişir. Tabiî bu çeşit hidâyette daima beşer iradesi devreye girmektedir. Allah (cc), hidâyete götürücü bütün vesileleri yaratır. Ama hidâyeti yaratması insan iradesine bağlıdır. Mahiyet ve hüviyeti meçhûl bu izafî varlık, burada da bir âdi şart olmaktadır.....
Allah (cc), herkesin sesinisoluğunu kesmek ve itiraza hiçbir mahal bırakmamak için peygamberler gönderdi. Onlar da birer hidâyet meş'alesi gibi ümmetleri arasında yol gösterici oldular. Bizim payımıza düşen ise bir meş'ale değil hidâyet güneşiydi. Zira bize gelen Hz. Muhammed Aleyhisselamdı, Nebiler Sultanıydı.
Bizler için de hiçbir mazeret söz konusu olamaz. Çünkü Efendimiz'in sesini soluğunu duyduğumuz gibi, o günden bu güne Kur'ân'ın füsûnkâr ifadeleri her an içimizi okşayıp durmaktadır.
Bununla beraber, Cenâb-ı Hak, ayrıca kemâl-i kereminden her asrın başında birer müceddit gönderdi. İçimizi saran toz ve dumandan gönüllerimizi temizledi. Onlar vasıtasıyla her asrın insanı, dinî hayatına yeniden bir canlılık getirdi. Fakat bütün bunlar olurken insanın iradesi nazardan uzak tutulmadı. Yâni, Cenâb-ı Hak, hidâyete götürücü vesile ve vasıtaları yaratarak hidâyeti yaratmayı kulun istemesine bağladı. Bu bölümde cebrî bir hidâyet söz konusu değildir.
Bazen de Allah (cc), insanların liyakatını nazara alarak, hidâyet ve dalâleti doğrudan doğruya yaratır.
Allah (cc), Nebi'sini gönderir. O nebi, Hz. Ebû Bekir'e dini tebliğ eder. O da hiç duraklamadan tebliğ edilen mesajı kabul eder ve hakikat karşısında birden eriyiverir. Gönlü hidâyetle apaydın olur, derken gider "Sıddıkiyet"in zirvesine yükselir.
Yine Allah (cc), Nebi'sini gönderir. Bu sefer de karşısına Ebû Cehil gibi biri çıkar. Cenâb-ı Hak, ezelî ilmiyle onun hidâyete liyakatının olmayacağını bildiğinden onun hakkında dalâleti yaratır. O da hakkındaki bu hükmü fiilleriyle tasdik eder. Her geçen gün küfür ve küfranını artırır. Başaşağı gider. Sonunda hayatını, Bedir'de Allah Resûlü'ne karşı kılıç kullanırken noktalayarak bir çukura, hem de ebedî olarak yuvarlanır....
İnsan, iradesiyle talepte bulunur. Sonra da Cenâb-ı Hak talep edilen şeyi yaratır. Şu kadar var ki, insanın sevap cihetine iktidarı çok az olmasına rağmen, günah ve şer cihetine surî bir iktidarı vardır. Zira şer ve günahlar tahrip nevindendir. İnsan bir kibritle bir evi yakabildiği gibi, çok küçük bir iradeyle de şer ve günah işlemeye güç yetirebilir. Halbuki ona isabet eden bütün sevap ve hayırlar Cenâb-ı Hakk'dan gelmektedir. Kula düşen ise bu sevap ve hayır kapısında sebat edebilmektir. O'nun kasdı ve azmi hayır olduğu müddetçe de Allah (cc), ona hayır ve sevabı nasip edecek ve onun için bütün hayır yollarını kolaylaştıracaktır. Hidayet bu zaviyeden bakılacak olursa, herkes için ve her zaman ve zeminde lazımdır.