B-MERİÇ'İN KONUYLA İLGİLİ HASSASİYETİ
Kuşkusuz hayatını Türk irfanına adamış bir düşünce adamı olarak, Meriç'in konuyla ilgili hassasiyeti, kişisel dil zevkiyle sınırlı bir endişe, bir hassasiyet olmanın çok ötesinde toplumsal bir boyut arz etmektedir. Diğer bir ifadeyle, ortada bir düşünce adamının milletine, geçmişine ve gelecek nesillere karşı vicdanında duyduğu, ihmali azap veren bir sorumluluk duygusu vardır. Buna hassasiyetin toplumsal yönü diyebiliriz. Öte yandan bir edîp için olayın kişisel yönü olmaması zaten düşünülemez! Ne var ki Meriç'te olayın toplumsal boyutu, kişisel boyutun çok önündedir. O yüzden yaşadığı fildişi kule artık bir yangın kulesidir.
1-Hassasiyetin Toplumsal Boyutu: Asıl konuya geçmeden önce, Meriç’in Tanzimat’tan itibaren Türk Dili'nin ifade imkânlarının gelişimine dair yapmış olduğu kısa, ama aynı zamanda önemli tespitlerine yer vermek istiyoruz: "Tanzimat’ta mefhumlar karanlık, kelimeler kaypak, teknik yetersizdir. İfade, lafız sanatlarının yükü altında ezilmiştir. Düşünce kaditleşmiş mazmunların, hâyide kalıpların mahpesinde çırpınıp durur. Kelimelerde ne katiyyet vardır, ne vuzuh. Tanzimat üslubu bir arayıştır: Kâh cesur, kâh çekingen, kâh başarılı, kâh talihsiz bir arayış. Düşünce bir türlü kendisi olamaz. Kâfiyenin tahtına seci kurulmuştur. Terkiplerin çelik korsesi içinde bocalar düşünce." (Mağaradakiler, 235.) Dil, düşünceyi düşünce olarak keskin çizgileri ve hendesî düzeniyle belirtecek seviyeye henüz ulaşmamıştır. Şiirin kalıpları, geniş bir tefekkürün kanat açmasına henüz elverişli değildir. "Biz Tanzimat’tan sonra düşünmeye ve kelimelere mana vermeye başladık. Osmanlı yüz sene çalıştı ve bir düşünce zemini kuruldu. Tam gelişeceği esnada harfler değişti. Bir sene öncesine dahi yabancılaştık. Böyle bir felaket hiçbir milletin başına gelmemiştir. (...) Her kelime gündüz dikilir, akşam sökülür bir fidan gibi tutmaz olmuş..." (Açıkgöz, Cemil Meriç, 20.) Kısaca Meriç'e göre, dilin düşünceye açılması noktasında Tanzimat sıhhatli bir gelişmedir. Ama sonradan pala ile ameliyat yapılmaya kalkılmıştır.(bkz. a.g.e., 86.)
Hâlbuki dilde istikrar demek, düşüncede istikrar demektir. Dilin, dolayısıyla şuurun tâbi tutulduğu bu beyin ameliyatı düşüncenin yeni fetihlere kanatlanmasını önlemiştir.(Mağaradakiler, 238.) Schopenhauer’ın(ö.1860) belirttiği gibi; “dili bir kelimeden yoksun bırakmak demek, milletin düşüncesini bir kavramdan mahrum bırakmak demektir.” Kavramdan yani düşüncenin yapıtaşından mahrum bırakmak… Wittgenstein’ın (ö.1951) meşhur sözünde işaret ettiği gibi : "Dilimizin sınırları dünyamızın sınırları demektir." Ve Türk düşünce dünyası her geçen gün bir kavramdan mahrum bırakılmakta ve her geçen gün biraz daha küçülmektedir...
Bu noktada "ne yapılabilir?" sorusunu soran üstad, mesûliyetini müdrik bir aydın olarak cevabını da verir: "Kelimeleri muhafaza etmek lazım. Benim çalışmalarımın esasını kelimelerin yerini tayin ve tarif teşkil ediyor. Mefhumların içi ne durumda? Bunları tespit etmek için çalışıyorum." (Açıkgöz, a.g.e., 76.) Meriç bu noktada ünlü dilbilimciler Stewart Chase ve Alfred Korzybski ile paralel düşünür. Bu iki dilbilimciye göre, toplumsal problemlerin çözümü, kelime ve kavramların açık ve net bir şekilde tarif edilmesinden geçer. Hatta denilebilir ki Meriç, dilin toplumsal işlevine inanç noktasında onlardan çok daha güçlü bir imana sahiptir. Çünkü Meriç'e göre dil imandır, ahlaktır, felsefedir, dünya görüşümüzdür. Haysiyetimiz, namusumuz, kelimenin mutlak olarak muhafazasına bağlıdır.(Açıkgöz, a.g.e., 76.)
Komşu, hattâ farklı bir kültürden kelime almak, kelime vermek her büyük dilin yaşamış olduğu bir tecrübedir. Meriç bu öncülünü temellendirmek için İngilizce, Fransızca ve Almanca gibi, dünya dillerinin geçirmiş oldukları tecrübelerden örnekler vermeyi de ihmal etmez: "İngiltere, Norman istilasından önceki eciş bücüş, yabani ve daha sonraki İngilizce’yle en küçük ilgisi bulunmayan Anglo-Saksoncayı İngilizce diye benimsiyor. Fransa, Strasbourg And'ından (842) bu yana Galya'da konuşulan, yazılan ne varsa Fransızca sayıyor. Milletler, mazilerini zenginleştirmek için efsanelerden medet umuyorlar. Almanya irfanının kaynaklarını Ganj kıyılarında arıyor. Biz Yakub'u, Peyami'yi yabancı sayıyoruz." (Jurnal–2, 170–171.) Bu yabancılaşmanın trajik sonucu ise; Batı’da Dante ve Petrarca’nın dili, bugün kü dilden sadece önemsiz birkaç noktada ayrılırken ve Montaigne ise günümüzde bile kolayca okunabilirken, ülkemizde, yeni nesiller Yakub Kadri’yi, Peyami Safa’ı anlayamaz hale gelmiştir. Anlamamak, kendi değerlerine yabancılaştırılan bir neslin kaçınılmaz sonudur.
"Kâmus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kâmusa uzanan el namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yakan Fransız İhtilali, tek mukaddese saygı göstermiştir: Kâmusa. Eski sözlüğe kızıl bir külah geçirdiğini söyleyen Hugo, tek kelime uydurmamış; sembolizm'in üç silahşoru de öyle. Ama kullandıkları her kelime yeni. Heyhat! Batı'da cinnet bile terbiyeli. Bu ülkede ise dil, Penelop'un örgüsü, yirmi dört saatte bir sökülüp örülüyor."(Bu Ülke, 86–87.)
Uydurukça denilen hareketin kurumsal bir şekilde yaygınlaştırılması karşısında ortaya çıkan ucûbeyi argoyla aynı kefeye koyar: "Argo, kanundan kaçanların dili. Uydurma dil tarihten kaçanların... Argo, korkunun ördüğü duvar; uydurma dil şuursuzluğun. Biri günahları gizleyen peçe, öteki irfanı boğan kement. Argo yaralı bir vicdanın sesi; uydurma dil, hafızasını kaybeden bir neslin. Argo, her ülkenin; uydurma dil, ülkesizlerin." (Bu Ülke,84.)
Gerçekten de dilin tümü bir hayata bakış açısı içerir. Dil, hayatı belli bir biçimde yaşamanın kalıplaştırılmış bir anlatımıdır. Dil, düşünme ve algılama biçiminin bir tezahürüdür. Dil; şuurumuzun gerçeklik kazanmasının, bütün bilinç olgularının biçime kavuşarak, dışımızdaki başka bir özneye aktarılmasının tek güvencesidir. Dilin olmadığı yerde şuurdan söz etmek de imkânsızdır. Kelimeler birtakım göstergelerdir. Zihin bu göstergelerle düşünür, düşünürken nesnelerin yerine bu göstergeleri, yani kelimeleri koyar. Nesnenin yerine bu kelimeyi koyma da zihnin işlemesini kolaylaştırır ve çabuklaştırır. Kelimeler ne kadar kullanışlı ve açık olursa zihin de o kadar iyi işleyebilir. Aynı zamanda bu durum kavram kargaşasının da önüne geçer. Böylece fertler arasında sağlıklı bir iletişim kurulur. Sağlıklı iletişim ise toplumsal barışın, huzurun, sükûnet ve istikrarın göstergesidir. Meriç bu gerçeği Tevrat’tan yaptığı bir alıntıyla dillendirir: "Ve Yahova "Bunların hepsi tek kavim" dedi. Konuştukları dil aynı, giriştikleri işi yarıda bırakacağa benzemiyorlar. Gelin de toprağa inelim, dillerini ayıralım şunların; birbirlerini anlayamaz olsunlar." Ve âdemoğulları kentlerini kuramadılar. Oraya Bâbil dendi. Bâbil, yani karışıklık." (Tevrat; bkz. Bu Ülke, 75.)
Meriç’e göre düşünce dünyamız, mefhumların kâh gülünç kâh korkunç maskelerle raksa çıktığı bir karnaval balosu. Kavga, insanla kader arasında değil artık insanla kelime arasında. (bkz. a.g.e., 77.) Bu karmaşaya dair en güzel örneği günümüzde de hâlâ tartışma konusu olan “gerici” kelimesinin tarifi üzerinden verir: “ Ne güzel tarif: ’Gerici, bir toplumun gelişmesini sağlayacak hiçbir yeniliği istemeyen, her yönüyle eskiyi özleyen ve eski düzeni getirmeye çalışan (kimse)’ (Meydan-Larousse) Tarifin tek kusuru bu ucûbenin hangi çağda, hangi ülkede yaşadığını söylememesi.”
“Murdar bir hâl’den muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir.”
“VI. Murat’a, Süleyman devrine dön! diye haykıran Koçi Bey’den Reşit Paşaya kadar Osmanlı Devleti’nin bütün ıslahatçıları gerici. Dante, yaşadığı çağdan iğrenir. Balzac eserini iki ezeli hakikatin ışığında yazar: kilise ve krallık. Dostoyevski maziye âşık. Dante gerici, Balzac gerici, Dostoyevski gerici!” ( Bu Ülke, 80.)
Bir milletin dilinin, kelimelerinin açık, anlaşılır oluşu o milleti düşünce üretmeye götürür. Düşünce, bağlantıları kavramaktır. Düşüncenin başarısı asıl olanı seçmede ve kendisi için, düşündüğü şey için gerekli olmayanı bırakmadadır. Bu da bir tecrittir. Tecridin şuurda kendini temsil ettirmesi gereklidir, bunu da kelimeler yapar. Kelimeler çok yönlü bağlantı içindedirler. Dil, düşünce içinde ve düşünceyle birlikte hareket eden bir simgeler sistemidir.
Öz Türkçecilik ya da sadeleştirme adına yapılan Türkçe'ye mâl olmuş, Arapça ve Farsça kökenli kelimeleri fişleme ve tasfiye etme hareketinin çığırından çıkması ve nihayet durumun cümle yapısını da tehdit eder hale gelmesi, irfan adamını çileden çıkarmıştır: "Kısa cümle aydınlık cümle... ne demek? Ne kadar kısa, kimin için aydınlık? Fikri balta ile belinin ortasından kesmek...”(Jurnal–1,65.) Cümle düşüncenin, doğan, büyüyen bir düşüncenin, dal budak salan bir düşüncenin fotoğrafıdır. (Jurnal–1,66.) Cümle yapısıyla oynamak demek, fotoğrafla yani düşünceyle oynamak demektir. "Genç hafızalara yerleştirilen "tilcik"ler (Uydurukçada kelime demektir.) üredikçe üremiş, nesillerin zevk selameti bozulmuş, onları tarihlerinden ve mukaddeslerinden koparmıştır. Bu ülkenin aydınları yıllarca tek hürriyet tanımışlar: Dillerini tahrip hürriyeti." (Mağaradakiler, 270.) "Dil devrimi politikanın emrindedir artık. Ona dil uzatmak devlete karşı koymaktır. (a.g.e., 266.) "Tek parti, çelik bir korse giydirmiştir şuura." (a.g.e., 229.) Oysa ki Türkçe asıllı değildir gerekçesiyle dilden atılan kelimelerle birlikte, o kelimelerin sahip oldukları nüanslar ve anlatım incelikleri de kaybolmuştur. (Misal: “illet”, “sebep” ve her ikisini karşılamak üzere konulan “neden” kelimeleri.) Bu ise dilin ifade ve düşünce imkânlarını daraltmış, bir yerde, bireysel ve toplumsal şuuru bloke etmiştir.
Şüphesiz bu ideolojik uygulamanın arka planında, milletin düşünce şekliyle, yaşam tarzıyla, zevkleriyle geleceğini yeniden şekillendirmek isteyen bir irade bulunmaktadır. Tercih edilen metot ise gayet anlamlıdır. Zira dil, düşünce kültür ve medeniyet arasında o denli hassas ve güçlü bir ilişki vardır ki insanların kullandıkları dile hâkim olmak, onların düşüncelerine hâkim olmak demektir. Bir milletin dilini ele geçirenler, o milletin geleceğine de yön vereceklerdir. Ayrıca bir ülkenin dil ve iletişim anlayışına göre o ülkenin vatandaşlarının ekserisinin düşünce süreçleri ve dünya görüşleri şekillenir. Zira okuduklarımıza ve dinlediklerimize mana ve değerleri, hafızamızdaki çağrışımlar yoluyla veririz. Dildeki değişim, çağrışımlardaki dolayısıyla manalardaki, davranış ve tutumlardaki, kısaca hayattaki değişiklikleri doğurur. Nitekim uydurukça hareketinin başını çeken Nurullah Ataç bunu açıkça ifade etmekten çekinmez: “Dil bir medeniyet olayıdır. Bir medeniyetin kurduğu dil, bir başka medeniyetin düşündüklerini söyleyemez. Yetmez onu söylemeye… Bir millet, medeniyetini değiştirdi mi dilini de değiştirmek zorundadır.”
Hadd-i zâtında Meriç, başka dilden yeni kavramlar almaya (Mağaradakiler, 269–270.) ihtiyaç anında bunları üretmeye hatta sadeleştirmeye de karşı değildir. Yalnız sadeleştirme, dilin tabii seyri içinde ve edebiyat ve sanat adamlarının elinde gerçekleşmelidir. Dil toplumla birlikte gelişir, yukardan müdahaleye açık değildir. Onun asıl karşı olduğu husus ise; dilde yapılan şovenizmdir. "Garibi şu ki, dildeki ırkçılığı, şaşılacak bir beyinsizlikle, kendilerini solcu sanan aydınlar benimsediler." (Jurnal–1,72.) " Esasen vokabüler üzerinde durmak, yani yerleşmiş kelimeleri Arapça’dır diye atmaya kalkmak sadece cehaletle kabil-i izahtır. Fransızca'da aslı Fransızca olan kelimelerin sayısı yüz elliyi geçmez. Aynı dilde Arapça, Farsça hatta Türkçe menşeli kelimeler çok daha fazla sayıdadır. (Jurnal–1,72.)