Notice: Trying to access array offset on value of type null in /home/tsstfrm/public_html/Sources/Load.php on line 2074

Notice: Trying to access array offset on value of type null in /home/tsstfrm/public_html/Sources/Load.php on line 2074

Notice: Undefined index: googletagged in /home/tsstfrm/public_html/Sources/GoogleTagged-Integrate.php on line 35
Tasavvufî Ahlâk…Hüzün

Gönderen Konu: Tasavvufî Ahlâk…Hüzün  (Okunma sayısı 2418 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı DİCLE

  • Yeni Üye
  • *
  • İleti: 54
  • Kardeşlik duanda bana da yer ayırır mısın?
Tasavvufî Ahlâk…Hüzün
« : Mayıs 17, 2010, 04:25:41 ÖS »
Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Hakîm’inde şöyle buyurmaktadır:

“Ve (cennet ehli) şöyle derler: ‘Hamdolsun Allah'a ki; bizden hüznü giderdi.
Gerçekten Rabbimiz çok bağışlayan ve şükrün karşılığını bolca verendir.”

Ebû Said el-Hudrî (r.a.), Rasûlullah (s.a.v.)’den
şu hadîs-i şerifi rivayet etmektedir:

“Mümine isabet eden ve onu üzen hastalık, sıkıntı, hüzün ve elem gibi şeylere karşılık Allah Teâlâ kulunun günahlarını siler. Bu nevi musibetler günahlara kefaret olur.”

Hüzün, kelime olarak, gam, keder, sıkıntı anlamlarına gelir.
Tasavvuf ıstılahı olarak ise, salikin günah işlemek ve ilâhî emirlere muhalefette bulunmak suretiyle tembel ve miskin bir halde geçirmiş olduğu günler için üzüntü
duyması, ibadet ve tâatlarındaki ihmalleri dolayısıyla mahzun olması demektir.
Hüznün, kalbi sıkarak onun gaflet vadilerine dalmasına ve mâsivâ ile
dağılmasına engel olan bir hâl olduğu da söylenebilir.

Hüzün, şevk kelimesi ile birlikte anılan bir kavramdır.
Tasavvufî açıdan hüznün zıddı şevktir. Hüzün, cehennemi ve ilâhî azabı
düşünerek üzülmek; şevk ise cenneti ve ilâhî rahmeti düşünerek sevinmek demektir.
Havfullahın (Allah korkusu) neticesi hüzün; muhabbetullahın (Allah sevgisi)
neticesi ise şevk ve iştiyaktır.

Hüzün hâli, sulûk ehli olanların vasıflarından bir vasıftır.
Ayrıca bu vasıf, kulların Allah’a yakınlık kazanmalarında da oldukça önemlidir.

Ebû Ali Dekkak, bu konuda şöyle der:

“Hüzün sahibi bir kimse, hüzünlü olmayanların senelerce kat edemedikleri
Allah’a giden yakınlık yolunu bir ayda kat ederler.”

Ebû Ali Dekkak’ın bu sözü aslında
Hz. Peygamber’in şu hadîs-i şerifine dayanmaktadır:

“Allah, kalbi hüzün içinde olan tüm kullarını sever.”

Rivayetlerde Hz. Peygamber’in de her an düşünceli ve devamlı hüzünlü olduğu bildirilmektedir. Kur’ân-ı Kerim’in nüzulü de hep hüzünle olduğundan,
Kur’ân okunurken de hüzünle ve vecd içinde olunmalıdır.

Hüzün, kişinin sahip olduğu tüm duygu ve hislerin üzerinde bir vasıftır.

Bişr b. Hâris el-Hafî, hüznü tanımlarken bu konuya dikkat çekerek şöyle der:

“Hüzün padişahtır. Bir yere yerleşince oraya (kendisine rakip olan bir hissin ve)
başka bir kimsenin yerleşmesine razı olmaz.”

Hüznün bu özelliğinden dolayıdır ki; hüzün olmayan kalp,
içinde insan bulunmayan,harap olmuş eve benzetilmiştir.

Fudayl b. İyad, kalbin canlı tutulması noktasında hüzne dikkat çekerek
selefin şöyle dediğini nakleder:

“Her şeyin bir zekâtı vardır.
Düşünce (kalp)in zekâtı ise uzun uzun hüzünlenmektir.”

Râbiatü’l-Adeviyye bir gün bir adamın;
“Ah şu hüznün elinden!” dediğini duymuş ve ona:
“Ah ne kadar az hüzünlüyüm, de. Gerçekten mahzun olsaydın,
nefes almaya imkân bulamazdın.” diyerek bu hâlin ağırlığına işaret etmiştir.

Seriyyü’s-Sakatî ise hüzün hâlinin ağırlığına ve kişiyi kuşatıp
yemekten içmekten alıkoymasına aldırmaksızın bu halden alacağı manevî zevki arzulayarak; “Bütün insanların hüznü benim olsun isterim” demiştir.

Yine Ebû Ali Dekkak da hüzün ehli mahzun kimselerin kıymetine işaretle
şöyle bir söz nakleder. Sûfîlerden biri güneş batarken;
“Ey güneş, bugün bir mahzun kişinin üzerine doğdun mu?” demiştir.

Hüzün, korku ile birlikte ağlamayı da beraberinde getirir.
Gözyaşının bulunduğu yerde ise gülmekten pek fazla söz edilmez.
Salikin ilâhî emirlere muhalefette bulunmak suretiyle boşa geçirdiği günler için
üzüntü duyması, ibadet ve tâatlarındaki ihmalleri dolayısıyla mahzun olması hâli,
zaten ağlamayı gerektiren bir durumdur. Cenâb-ı Hakk bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Yaptıklarının cezası olarak, bundan böyle az gülsünler, çok ağlasınlar.”

Ebû Saîd Kuşerî, bu âyet-i kerime ışığında ibadet noksanlığı ve
boşa geçen zaman sebebi ile hüzne bağlı bir ağlamanın, yani sebebi hüzün olan
gözyaşlarının gözü kör edeceğinden bahseder.

Bunun tersi olarak sebebi şevk, özlem ve aşırı istekler olan bir ağlamanın ise
gözü tamamen bürüyeceğini, o kimsenin artık mâsivâdan başka bir şey göremeyeceğini, buna bağlı olarak da hakikatlere karşı kör olacağını belirtir.

Allah Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerim’de:

“Dertli olan Yakub’un hüznünden gözleri ağarmıştı (kör olmuştu)” buyurduğu
âyet-i kerimesi de onun bu görüşünü doğrulamaktadır.

Evet! Hakikaten hüzün, peşinden ağlamayı getirmektedir.
Gerçekten Allah için dökülen gözyaşı çok kıymetlidir.

Süfyan b. Uyeyne, hüzün sebebiyle Allah için dökülen bu gözyaşlarının
kıymetini şu şekilde ifade etmektedir:

“Ümmet içinde mahzun birisi ağlasa, (umulur ki) bu ağlama sebebiyle
Allah Teâlâ o ümmete merhamet eder.”

Yine bir müminin amel defterinde bulacağı sevabın büyük bir ekseriyetini
dert ve hüzün teşkil eder denilmektedir.

İslâm tarihi boyunca tasavvuf ilmi hakkında pek çok görüşler ortaya atılmış
ve değişik akımlar ortaya çıkmıştır.

Bu tarihî seyir içerisinde hicrî ilk iki asırda ortaya çıkan ve tasavvuf mektepleri
olarak bilinen bazı ekoller bulunmaktadır. Bu ekollerden biri de korku ve hüzün
ekolüdür. Bu ekolü temsil eden Hasan Basrî, Habib Acemi, Mâlik b. Dinar gibi
birtakım mutasavvıflara bakıldığında, bu şahsiyetlerin yaşantılarında hep korku
ve hüznün ön plana çıktığı görülmüştür. Bu sebeple her zaman hüzünlü ve
gözü yaşlı olarak tanınmışlardır. Örneğin Hasan Basrî’ye rastlayanlar,
“Onu biraz önce başına bir musibet gelmiş bir kişi zannederdik ve sanki
cehennem sadece kendisi için yaratılmışçasına gözü yaşlı ve hüzünlü görürdük.” demektedirler. Fudayl b. İyad vefat ettiği gün Vekî, onun arkasından;
“Bugün yeryüzünden hüzün (bütün hüzünleri üzerinde toplayan bir şahsiyet)
gitti” demiştir.

Rivayetlere göre Davut Tâî’nin hâli de hüzün hâlidir.
Geceleri ibadetle geçirmeye gayret ederken bir defasında şöyle dediği bildirilmiştir:
“İlahî, Sen’in derdin benden öbür dertleri sildi süpürdü ve uykumla arama girdi.”
Yine bir gün; “Her an başına gelen musibetler yenilenen bir kimse, hüzünden
nasıl kurtulur ve ne ile teselli bulur? Zira hüzün yemeye, içmeye; havf (korku)
ise günah işlemeye mani olur.” demiştir.

Zinnûn Mısrî, korku ve hüzün ekolünün temsilcileri sayılan bu mutasavvıfların,
içinde bulundukları halleri aslında şu kısa sözleriyle özetlemektedir:
“Aşk konuşturur, hayâ susturur, havf hüzünlendirir.”

Pek çok sufî, hüzün hakkında fikir beyan etmişler ve bu konuda şu husus üzerinde
ittifak etmişlerdir: Âhiretle ilgili hüzün iyi ve güzel; dünya ile alakalı hüzün ise
kötü ve çirkindir.

Ancak Ebû Osman Hîrî, biraz daha farklı düşünür ve:
“Her nevi hüzün fazilettir ve mü’min için bir ziyadeliktir.
Fakat hüznün sebebinin günah olmaması şarttır. Her nevi hüznün fazilet olması,
hüznün insanın derecesini yükseltmediği zamanlarda bile onun günahlarını
silme sonucunu doğurmasıdır.” der.

Bütün ahlâk kavramları hemen hemen birbiri ile yakından ilişkilidir.
Görüldüğü üzere hüzün kavramını da daha çok havf (korku) ve recâ (ümit) ile
birlikte değerlendirmek yerinde olacaktır.

Havf, korku anlamına gelmektedir. Allah’ın zatından, gazabından veya azabından
korkmak demektir. Allah Teâlâ’nın azameti karşısında kalbin harekete geçmesi,
titremesi ve ıstırap duymasıdır. Havftan bazen cehennem korkusu da anlaşılır.
Fakat daha çok gelecekte elde edilmesi umulan iyi bir şeyden veya başa
gelmesinden endişe edilen kötü bir şeyden ileri gelen korkudur.
Tasavvuf ıstılahında ise havf, ya cehennem ve oradaki azaptan veya
Allah’ın gazabından ya da Allah’ın kendisinden kaynaklanmaktadır.

Recâ ise ümit etmek, umutlu olmak demektir. Allah’ın fazlına, atâsına,
ihsanına, keremine, rahmetine ve lütfüne bel bağlamak manasına gelen recâ,
yeis (ümitsizlik) hâlinin zıttı olup havfullah (Allah korkusu) ile birlikte bulunması
arzu edilen bir duygudur. Allah’ın cömertliğine güvenmek, O’nun lütuf ile muamele
ettiğini kalple gözetlemek, kalbin hoşlandığı bir şeyi beklemesinden rahatlık ve
ferahlık duymaktır.

İnsanın Allah’ın azabına veya gazabına maruz kalabileceğini düşünmesi havfa;
lütfüne ve nimetine nail olabileceğini düşünmesi recâya sebep olur. Yani salik,
beyne’l-havf ve beyne’r-reca (korku ve ümit arasında) yaşar. Cehennemden
korkar, cennete girmeyi ümit eder. Ümit kesme (ye’s) hâli ise haramdır.

Bu bilgilerden hareketle hüzün ile havf ve recâ arasındaki ilgi şu şekilde kurulabilir: Hüzün, geçmişle ilgili olarak duyulan bir endişe mahsulü olduğu halde havf ve recâ,
daha çok gelecekle ilgili olarak duyulan bir korku ve ümit hâlidir.

Neticede Peygamberlerin dışındaki tüm insanların masum olmadıkları,
bu yüzden de günah işlemiş olabilecekleri dikkate alınırsa, az ya da çok her
insanın günah kirleri ile ma’lül olduğu görülmektedir. Bu durum ise tabiîdir.
Ancak günahtan pişman olmak, üzüntü duymak, vazgeçmek ve bir daha onu
tekrarlamamak gereklidir. Zaten pişmanlık duyulan hatalardan dönmek kolaydır.
Fakat üzüntü hissedilmeyen, alışılan, ahlâk hâline getirilmiş hataları terk etmek zordur.
Bu mertebede salik, geçmişteki hataları için üzülüp pişmanlık duymalı ve onları bir daha tekrarlamama gayreti içerisinde bulunmalıdır. Bu noktada ise hüzün hâlinin, tevbe ve
sabır ile birlikte yaşandığı söylenebilir.

Öyleyse hüzün mertebesinde bulunan bir salikin,
zamanında edâ edemediği ibadetleri varsa onları kazâ etmesi, içinde bulunduğu
vakitleri ise ihya etme gayreti içerisinde bulunması gerekmektedir.

Konumuzu Abdulhâlik Gücduvanî’nin şu güzel nasihati ile bitirelim:
“Evlâdım; gözün yaşlı, amelin ve duan ihlâslı, boynun bükük, elbisen eski,
yoldaşın dervişler ve dostun sadece Allah olsun.”

Cenâb-ı Hakk, halk içinde Hakk ile beraber olan ve gönlü hüzünlü,
gözü yaşlı kullarına merhamet etsin. Âmin!

Yakup YÜKSEL - Rehber Dergisi
« Son Düzenleme: Mayıs 17, 2010, 04:41:41 ÖS Gönderen: sahra cold »

 

Seo4Smf 2.0 © SmfMod.Com | Smf Destek