Notice: Trying to access array offset on value of type null in /home/tsstfrm/public_html/Sources/Load.php on line 2074

Notice: Trying to access array offset on value of type null in /home/tsstfrm/public_html/Sources/Load.php on line 2074

Notice: Undefined index: googletagged in /home/tsstfrm/public_html/Sources/GoogleTagged-Integrate.php on line 35
Cemil Meriç

Gönderen Konu: Cemil Meriç  (Okunma sayısı 8145 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı stalker

  • Grupsuz
  • *
  • İleti: 1986
  • Cinsiyet: Bay
Cemil Meriç
« : Eylül 19, 2008, 02:10:54 ÖÖ »
Cemil Meriç Kimdir

Yazar ve mütercim. 12 Aralık 1916’da Hatay Reyhanlı’da doğdu. Ailesi Balkan Savaşı sırasında Yunanistan’dan göçmüştü. Fransız idaresindeki Hatay’da Fransız eğitim sistemi uygulayan Antakya Sultanisi’nde okudu. Bir süre ilkokul öğretmenliği ve nahiye müdürlüğü, Tercüme kaleminde reis muavinliği yaptı.



1940’da İstanbul Üniversitesi’ne girip Fransız Dili ve Edebiyatı öğrenimi gördü. 1941’den başlayarak İnsan, Yücel, Gün, Ayin Bibliyografyası dergilerinde yazmaya başladı. 1942 ve 45 yılları arasında Elazığ lisesinde, 1952 ve 54 yılları arasında ise İstanbul`da Fransızca öğretmeni olarak çalıştı. Daha sonra İstanbul üniversitesi Edebiyat fakültesinde yabancı diller okutmanlığı görevinde bulundu, Sosyoloji bölümünde dersler verdi. Mükemmel düzeyde Fransızca okuyup yazan Meriç, İngilizceyi anlıyor, Arapçayı, kendi ifadesiyle, “söküyor”du.



1955’de gözlerindeki miyobunun artması sonucu görmez oldu, ama olağan üstü çalışma ve üretme temposu düşmedi. Talebelerinin yardımıyla çalışmalarını ölümüne kadar sürdürdü. 1974 yılında İstanbul üniversitesinden emekli oldu ve yıllarının birikimini ardarda kitaplaştırmaya girişti. 1984’te, önce beyin kanaması, ardından felç geçirdi, 13 Haziran 1987’de vefat etti.



Cemil Meriç`in ilk yazısı Hatay`da Yeni Gün Gazetesi`nde çıktı (1928). Sonra Yirminci Asır, Yeni İnsan, Türk Edebiyatı, Yeni Devir, Pınar, Doğuş ve Edebiyat dergilerinde yazılar yazdı. Hisar dergisinde “Fildisi Kuleden” başlığıyla sürekli denemeler yazdı. Meriç, gençlik yıllarında Fransızcadan tercümeye başladı. Hanore de Balzac ve Victor Hugo`dan yaptığı tercümelerle kuvvetli bir mütercim olduğunu gösterdi. Bati medeniyetinin temelini araştırdı. Dil meseleleri üzerinde önemle durdu. Dilin, bir milletin özü olduğunu savundu ve sansüre, anarşik edebiyata şiddetle çattı.

Ruhu şad olsun!

Çevrimdışı stalker

  • Grupsuz
  • *
  • İleti: 1986
  • Cinsiyet: Bay
Cemil Meriç
« Yanıtla #1 : Eylül 19, 2008, 02:11:36 ÖÖ »
Entelektüel Bir Otobiyografi



"Kimim ben? Hayatını,Türk irfanına adayan,
münzevi ve mütecessis bir fikir isçisi."


Cemil Meriç, Jurnal,18.6.1974

Cemil Meriç'le ilgili, o daha hayattayken bir biyografi yazmak çok zor ve biraz da zamansız geldi bize. Kaldı ki, Cemil Meriç'in "jurnal"inde, mektuplarında, kitaplarında, kendisiyle çeşitli zaman ve vesilelerle yapılmış röportajlarda öyle bir kendini tanıma ve tanıtma çabası var ki, kendini tahlil gayreti, öyle sayfalar, öyle itiraflar, anılar, düşünceler var ki, otobiyografik bir derleme için malzeme hazır gibi. Mesele, yazı yığını içinden, Cemil Meriç'in fikri gelişmesinin aşamalarını, en önemli dönemeç ya da geçis noktalarını vurgulayabilecek şekilde, mümkün olduğunca sistematik bir derleme yapmak: Ortaya çıkan ve bazen kopuklukları olan -hem zaman içinde hem fikir silsilesi içinde- uzunca metni küçük başlıklarla donatmak, iki veya üç bölümle okunmasını kolaylaştırmak ve bunun ötesinde, özgün ve aykırı bir düşünce adamı olan Cemil Meriç'i, gerçek kişiliğinin bazı yanlarıyla da olsa, ortaya çıkarmak, Türk okuyucusuna tanıtmaya çalışmak, kitaplarını okurken de, bu bilgilerin ışığı altında, okuyucunun işini biraz kolaylaştırmak.



İnsan bir bütün. Yaşamöyküsü, biyografik de olsa otobiyografik de olsa, ikisinin karışımı da olsa, kronolojik bir sıralamanın da çok daha ötesinde, o kişiyi anlamak ve tanımak için sadece bir ilk adım. İkinci önemli adımsa, o insanın eseri, o eseri tanımak ve anlamaya çalışmak. Biyografi, onu kaleme alan kişinin eğilimlerine, tercihlerine, yorumlarına göre okuyucuyu yanıltabilir. Otobiyografi de, çok daha samimi, çok daha yaşanan olayların içinden olmasına rağmen bir nevi müdafaaname; bazen büyüklük bazen küçüklük kompleksinden etkilenebilecek bir kendi kendini tahlil, bir yorum, dolayısıyla onu kaleme alanı tanımak bakımından son derece önemli bir malzeme; ama onunla yetinmek de mümkün değil. Kronoloji ise anlamlı ve anlamsız tarihler yığını. Anlamlı; bu tarihleri zamanının olaylarıyla, siyasi ve kültürel gelişmeleriyle bağlantılı olarak verebiliyorsak; tabii kişinin o gelişmelerden etkilendiği veya etkilendiğini sandığımız kadarıyla. Anlamsız; salt bir gün, ay ve sene belirten rakamlar silsilesinden ibaretse.



Biyografi, otobiyografi, kronoloji, bir düşünürü anlayabilmek için başvurmamız gereken ikincil malzeme. Asıl çaba, onu eserlerinden tanımaya çalışmak, satır satır, paragraf paragraf, sayfa sayfa, cilt cilt.

Evet, bu "entelektüel bir otobiyografi" olacak ister istemez, koltuğunun altında kitapları, etrafında başvurduğu, kaynaştığı, konuşturduğu veya konuşmak için vesile yaptığı insanlığın en büyük simaları ile, biraz "fraklı", biraz "papyon kravatlı", biraz "kasıntı" bir insan var karşımızda; objektife gülümseyen, ebediyete gülümseyen, gülümseyen yada somurtan. Entelektüel bir otobiyografi; daha çok düşünceleriyle, biraz acılarıyla, biraz heyecanlarıyla, biraz maddi olaylarla, kendi kaleminden, kendi ağzından, kendi bakış acısı ve kendi yorumlarıyla, kendi tahlilleriyle Cemil Meriç.



Çocukluğu, lise yılları, Hatay'daki ilk gençlik yılları, hocalarıyla, okuduklarıyla bütünleşen, güçlenen Cemil Meriç. İstanbul ve evlilik öncesi yaşam: Yabancı Diller Okulu, pansiyon odaları, Elit, Nisvaz. Birçok dergide makaleler, çeviriler. Sonra evlilik, lise öğretmenliği, istifa, yirmi bir ay arayla doğan bir oğlan bir kız evlat. Geçim sıkıntısı. Yine çeviriler. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde başlayan Fransızca okutmanlığı, bin bir güçlük ve sıkıntıyla kurulan bir kütüphane, Sahaflar Çarşısı'ndan, kendi sırtında, öğrencilerinin sırtında taşınan ucuz, ama paha biçilmez çuval çuval kitap, hemen hepsi Fransızca. Okuduklarıyla zenginleşen, zenginleştikçe yücelen kanatlanan bir Don Kişot. Patlama noktasına yaklaşırken, en verimli olabileceği bir yaşta, gözlerini yitirmesi; aylarca hastane odalarında ümitle beklenen ameliyat sonuçları, aylarca tedavi için Paris ve açılmayan gözler; retina iyice çatlamıştır, katarakt önlenememiştir.



Boşluk, bunalım, düşünce adamının boğuluşu. Yine de aramaya, düşünmeye devam, günbegün, sabırla titizlikle. Beliren bir dünya edebiyatı tarihi yazma projesinin ilk merhalesi olarak Hint edebiyatına, Hint düşüncesine yöneliş ve bir rahatlama, bir zenginleşme; insan beyninin yarısı Batı'ysa diğer yarısı da Doğu, üstelik bu Doğu Batı'yı beslemiş, Bati'yi şekillendirmiş, etkilemiş."Hint Edebiyatı" ya da "Bir Dünyanın Eşiğinde", Cemil Meriç'in -Balzac'la ilgili çalışmaları ve aslında her biri bir kitap konusu olan makalelerinde sonra- ilk önemli eseri ve kitabının önsözü kendi değişiyle "bir manifesto". Bir türlü basılamayan, yayınevleri arasında gidip gelen, sonunda pek de fark edilmeden Türk düşünce dünyasında yerini almak üzere ortaya çıkan önemli bir eser. İki bakımdan önemli; hem Batı'nın karşısına Doğu'yu çıkarması ve Asya düşüncesinin önemini vurgulaması bakımından, hem de Hint edebiyatını Cemil Meriç'in değerlendirişi, hissedişi ve sunuşu bakımından. Yıl : 1964



Ne var ki, dünya edebiyatı tarihi projesi, biraz zor çalışma koşulları, biraz da bu ilk çalışmanın karşılaştığı sessizlik yüzünden, ardında bu dalda örnek sayılabilecek bir eserle terk edilir.



Dünya edebiyat tarihinden, dünya düşünce tarihine geçer Cemil Meriç. Bu dalda da örnek bir çalışma sunar çağdaşlarına: "Saint-Simon Ilk Sosyolog, İlk Sosyalist". Çağdaş düşüncenin kaynağı sosyalizm, sosyalizm kaynağından karşımıza çıkan en önemli isimlerden biriyse Saint-Simon. Bu eser de aynı zor çalışma koşulları, benzer yayımlanma güçlükleri ve kötüsü benzer bir sessizlikle karşılaşır.



Ama düşünce adamı artık yeniden sahnededir ve her zaman da sahnede kalacaktır. Asya düşüncesinden, Türk insanına, Türk aydınına yöneliş. Osmanlı gerçeği, İslam gerçeği. Can çekişen bir imparatorluğun anatomisi, siyasi plandan düşünce planına, son iki yüz yıllık zaman dilimi içinde ortaya çıkan bürokratlar, devlet adamları, aydınlar. Osmanlı aydınından Türk aydınına batılılaşmadan çağdaşlaşmaya, tarihten günümüze, düşünceden edebiyata, islami düşünceden marksist düşünceye, ideolojilerden anarşi, terör ve anomiye, ansiklopedilerden Kitab-i Mukaddes'e kanat açan engin bir tecessüs. Gaye kendimizi tanımak, kendimizi yani dünüyle bugünüyle Türk insanini, Türk toplumunu, Türk aydınını, Türk düşüncesini. Kendimizi tanımak ve anlamak için de Batı'nın, ilmin kılavuzluğu, sağduyunun, aklın, imanın kılavuzluğu gerek. 1974 yılına gelinmiştir ve yeni bir hüviyet, yeni fikirler, yeni bir arayış içinde peş peşe çıkan ve her biri geçmiş on yıl içinde makaleler halinde çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanan yazıların metodik birer derlemesi, bir bütün haline getirilme çabası sonucu ortaya çıkan kitaplar ve kitaplar: 1974-1984 arası yarim düzine eser, birkaç da çeviri.



Cemil Meriç'in fikir serüveni buralarda noktalanmış gibidir; 84 sonbaharında geçirdiği bir beyin kanaması sonucu sol tarafına felç yerleşmiş, yaşı da yetmişine merdiven dayamıştır. Ama o, bugün, geçmişiyle gururlu; yaptığıyla, yapmak istediğiyle gururlu; sakin, güleryüzlü, okunmayı, anlaşılmayı, sevilmeyi, takip edilmeyi, aşılmayı bekleyen, ümit eden, temenni eden mütevazı bir fikir işçisi.



Cemil Meriç'in hayatının anlamı kitaplar…kitaplar, yani kitaplarda yasayan insanlar: Düşünceleriyle, duygularıyla büyük insanlar onun her zaman kılavuzu, arkadaşı dert ortağı. Bazen onlarla beraber düşünür, bazen onlardan ayrı düşünür, her sese kulak verir, her düşünceye saygı duyar. Onlarla diyalog içindedir, sabırla dinler, titizce araştırır ve sonra kendisi çıkar sahneye: Onun gür, onun kendinden emin, onun yalın, onun kah bilimsel kah şiirsel üslubu sürükler götürür sizi bir yerlere. Sataşan bir üslup, rahatsız eden, tedirgin eden; ama düşünmeye davet eden; hakikati aramaya çağıran, önerilerini getiren ya da sizi öneri getirme sorumluluğuyla baş başa bırakıveren sarsıcı bir yazı tarzı, bir fikirleri sunuş yöntemi.



Cemil Meriç'in yeri hep kütüphane olmuş. Kütüphanesinde bir Don Kişot o. Kütüphanesinde ve "Fildişi Kule" sinde. Aslında hiçbir zaman çıkmamış kütüphanesinden, fildişi kulesini terk etmemiş. İyi ki de diyebiliriz. Agoraya, arenaya, ateş hattına, politikaya inmemiş kulesinden; yol gösterici aydınlatıcı, uyarıcı olmuş hep.



Fildişi Kuleyi bir "miskinler tekkesi" olarak gördüğü zaman da fildişi kulesinden sadece yazdığı makalelerle ateş hattına fırlamış, geri dönmüş.



Fildişi asude bir liman, kasırgadan kurtulmak isteyenleri barındırıyor. Cemil Meriç hep yerinde, zaten artık ondan ateş hattına inmesini de bekleyemeyiz; gözlerini kaybetmiştir,

Fildişi Kulesinde de olsa, Cemil Meriç düşüncesinin asaletine sığınarak, kardeşleri, çocukları bazı fikirler ve ideolojiler uğruna şuursuzca birbirini boğazlarken, kavganın dışında kalamaz. Fildişi Kule bir yangın kulesidir, Cemil Meriç o kuledeki nöbetçi.



Cemil Meriç, Türk insanına, Türk düşüncesine verebileceğinin hepsini verebildi mi? Hem evet, hem hayır. Evet çünkü 38 yaşından itibaren gözleri görmeyen bir insandır o. Okuması yazması mümkün değildir tek başına. Okunanları aklında tutması, ayıklaması, belli sentezlere varması, bunları yazdırması, yazdırdıklarından makaleler yapması, o makaleleri kitaplaştırması... nasıl güçlü hafızaya, nasıl kuvvetli iradeye, çalışma, öğrenme ve öğretme azmine dayanır söylemeye gerek var mi? Bu şartlar altında yapabileceğinin azamisini yapmış bir insandır Cemil Meriç.



Verebileceğinin hepsini tabii ki verememiştir, çünkü, en değerli fikir arkadaşını, en algılayıcı uzvunu, gözlerini kaybetmiştir. Eğer bu felaket Cemil Meriç'i bulmasaydı inanıyoruz ki, o, verdiklerinin kat kat fazlasını verecek, fikir adamlığının yani sıra, belki bir aksiyon adamı da olacak, fikirlerini kalemiyle savunduğu kadar, siyasi tercih ve davranışlarıyla da savunacak, kafalardaki mefhumlar keşmekeşini aydınlatmakla kalmayacak, siyaset planında da ortaya çıkan düşünce, davranış ve karar karmaşıklığına kendi çapında bir son vermeyi deneyecekti.

* * *



Bu çalışma, yukarıda da belirttiğimiz gibi, belli bir hayat akışı, belli bir fikri gelişme süreci içinde, Cemil Meriç'in düşüncelerinden, izlenimlerinden, duygularından, anılarından, en önemlisi, şuurlu bir kendini sıgaya çekme gayretinden kaynaklanan, değişik vesilelerle, değişik yer ve zamanlarda kendini anlamak ve anlatmak için kaleme aldığı yayımlanmış ve yayımlanmamış yazıların kronolojik bir sıra içinde, derlenmesi çalışmasıdır.




Bazen birbirinden kopuk gibi duran, bazen birbirini izlercesine devamlılık gösteren, ana çizgilerini belirtebilmek için ara baslıklarla donatıp kaynaştırmaya çalıştığımız bu metinler bütününü, şöyle bir toparlayarak özetlemek istersek, önce, karşımıza "yalnız", "tedirgin" ve "küstah” bir Cemil Meriç çıktığını görürüz.



Yalnızdır, kitapların dünyasına sığınır. Tedirgindir, ne ateizm, ne sosyalizm, ne Türkçülük arayış içindeki bu zekayı tatmin etmekte, rahatlatmaktadır. Küstahtır, bulduğuna inandığı çözümlerle mağrur, etrafındakileri küçümsemektedir.



İlkokulda ve lisede karşısına çıkan hocalarıyla ilişkileri, anılarından süzülerek bize bu zekanın nasıl şekillendiği hakkında bir fikir verebilecek niteliktedir, ayni zamanda 1930'lu yıllarda, Hatay'da bir ilkokul ve bir lise seviyesi hakkında da ayrıntılı bilgiler elde etmek imkanını buluruz bu anılarda.



Çok okuyan, çok yazan, çiçeği burnunda bir kabiliyettir Cemil Meriç. Haftada iki defter şiir karalar, kompozisyondan hep birincidir. Ama her aklına geleni yazmanında yazı yazmak demek olmadığını öğrenmiştir bu arada, her filozofun hakikati kendine göre ele aldığını anlamıştır.



Tesadüfün karşısına çıkardığı kitaplar hiç bir meselesini çözmemektedir. Okuduklarını, his ve düşünce hayatını etkileyen eserleri, bağlandığı ve ayrıldığı, ama her biri kişiliğini şekillendiren düşünce akımlarını, izlediği ve koleksiyonunu yaptığı dergileri, gazeteleri tanırken, Hatay'ın o yıllardaki kültür hayatı hakkında da bir fikrimiz olur.



Mezuniyet imtihanlarına kısa bir süre kala okuldan ayrılır; İstanbul'a gelir, pek barınamaz; tekrar Hatay'a döner. İskenderun'da Fransızlar idareye hakimdir; Fransa'daki sosyalist hükümetin Hatay'daki temsilcilerinin başında, Leon Blum'un sekreterlerinden Roger Garreau bulunmaktadır. Cemil Meriç'in hızlı sosyalist olduğu yıllardır; sekreter olarak Tercüme Bürosu'na girer, aynı zamanda başkan yardımcısıdır. Parası bol, itibari fazla olan bu iş sayesinde, hem çevresine hem kendine güveni artar. Derken, Türk hükümeti, Hatay'ın idari noktalarında Türklerin çalıştırılmasını Fransızlardan isteyince, o da bir sınır kasabasında nahiye müdürlüğüne atanır. Ve Fransızların Hatay'dan çekilmeleriyle de dünyası değişir, Hatay valiliğince görevine son verilir. Birkaç ay sonra da Hatay hükümetini devirmek suçundan tutuklanır. Antakya'ya götürülür ve idam talebiyle yargılanır. Marksisttir, duruşmalarda bunu kabul edecek kadar dürüsttür, aklanır ama artık damgalanmıştır, dostlarını kaybettiği gibi, devletle ilgili herhangi bir işte çalışma imkanı da kalmamıştır.



Cemil Meriç, kucağında yaşadığı bu cemiyetin üvey evladı olarak görür kendini hep, şahsiyeti de düşman çevrede şekillenmektedir. Önce karşısına büyüklerin anlaşılamayan dünyası çıkar, sonra okulda hep yalnız, hep yabancıdır, sürünün dışında, sevimsiz ve aptal bir dünyanın ortasındadır. Kitaplara sığınır, kendisine bir başka dünya yaratmak, bir kale kurmak ister. Şuurundaki devrimler sonucu, imandan şüpheye, şüpheden inkara, inkardan maddeciliğe geçer; ama sığındığı her kale onu çevresinden bir kat daha koparır, insanlardan bir kat daha uzaklaştırır. O artık bir olmayanın veya olacağın pesindedir. Şahsiyetin, görünen cemiyet içinde, görünmeyen cemiyeti seçip, tahtını onun bağrında kurmak suretiyle fethedilebileceği inancındadır.



Cemil Meriç "beşiğinden" ayrılıp İstanbul'a gelirken, yeni bir dünya parçası, yeni bir düşünce, yeni bir terkip yaratan ve bir asırda üç-beş tane yetişebilen büyük ustalardan biri olmak emelindedir.



Yeniden İstanbul'dadır. İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Okulu'na burslu öğrenci olarak girer, iki yıl okuyup, iki yıl da Fransa'ya staja gönderilecekken, İkinci Dünya Savaşı yüzünden yurt dışına gidemez. Mecburi hizmeti vardır, Elazığ'a Fransızca öğretmenliğine atanır. Yabancı Diller Okulu'ndayken, ilk makaleleri, ilk tercüme tenkitleri yayımlamaya başlar. Yine o sıralarda karısıyla tanışır, kısa bir süre sonra da evlenir. Elazığ'da iki yıl kadar kalırlar, karısı İstanbul'a döner. Baba olmak üzeredir, verilen raporlara rağmen izinli sayılmaması üzerine istifa ederek o da İstanbul'a döner.



Balzac'tan birçok eser çevirir, bir çok dergide de makaleler yazmaya devam eder. 1940'lardaki yazılarının ayırıcı vasfı kendi deyimiyle, ukalalıktır. İstanbul sanat ve edebiyat çevreleriyle bir türlü kaynaşamaz, bu çevrenin insanları İstanbul çocuğudur, o taşradan gelmiştir. Bir kez daha kitaplar dünyasına sığınır, onun için kitap bir limandır ve kitaplar, hayat yolculuğunun sınır taşları...



O yıllarda İstanbul Üniversitesi'ne Fransızca okutmanı olarak girer, yabancı dile çok önem vermektedir, yabancı dil düşünceyi tanıtan ve tattıran bir anahtardır, bir "medeniyet anahtarı".



38 yaşında gözlerini kaybeder, önce Cerrahpaşa Hastanesi'nde, sonra Paris Kenzven Hastanesi'nde başarısızlıkla sonuçlanan ameliyatlar, bu hayat dolu, enerji dolu, bilgi dolu, bu atılgan, bu kabına sığmayan insanı birden cinnetin ya da intiharın eşiğine sürükleyiverir. Düşünce adamı boşluktadır, üstelik acılarını dev aynasında büyüten "rezil" bir hassasiyeti de vardır.



Cemil Meriç, bir "miskinler tekkesi" olarak kabul ettiği fildişi kuleye sığınmak zorunda kalır. Yıllarca fildişi kulesindedir, yıllarca yalnız. Kavganın dışındadır, fikir ve sanat kavgasının. Politikadan da kaçar, kaldı ki politikanın kurtarıcılığına da inanmamaktadır. Çağdaşlarıyla kaynaşamaz bir türlü, ilişkilerinde de, yazılarında da, konuşmalarında da fazla kıyıcı, fazla mağrur, fazla "ukala"dır.



Yirmi yedi yıllık öğretmenlik hayati boyuca, çeşitli fakültelerden derslerine gelip giden yüzlerce öğrenciye, bir yandan Fransızca öğretirken bir yandan da Batı düşüncesini, daha doğrusu düşünceyi tattırmaya çalışır. Bu dersler uzun hazırlıklar gerektirir, ders saatleri yetersizdir, evini de açar öğrencilerine; ona göre talebe-hoca ilişkisi bir komedyadır, o bu komedyayı asilleştirmek arzusundadır ve asilleştirir de.



Hayatının uzun süren çıraklık dönemi boyunca yani elli yaş civarına kadar, düşünce Batı düşüncesidir onun için, Batı düşüncesi ya da Batı'nın bakış açısından dünya düşüncesi… 1960'larda yeni bir dünya keşfeder: Hint. Ve Hint'le beraber bütün Asya. Batılının gözüyle de olsa gerçek değeriyle ortaya çıkan bir Doğu alemi. Bu keşfi bir kitapla ebedileştirir: "Hint Edebiyatı". Gözlerini kaybeden düşünce adamı, artık yeniden yaratabiliyordur. Daldan dala atlayan, kıtadan kıtaya, çağdan çağa sıçrayan bir tecessüs. Fransız Saint-Simon'u ve devamcılarını Türk okuyucusuna tanıtırken de çağdaş düşüncenin kaynağına, sosyalizmin temeline inmektedir.



70'li yıllarda fildişi kulesinden çıkar Cemil Meriç; makalelerinde, verdiği konferanslarda, yayımladığı eserlerde Asya'nın Avrupa'yla hesaplaşmasına tanık oluruz, yüz elli yıldır "gölgeler aleminde" yaşayan ve insanından kopan aydının trajedisini izleriz adım adım; kaypak, müphem, tarif edilmemiş, Avrupa'nın emellerini dile getiren ama bizim şuursuzca benimsediğimiz mefhumlar, ideolojiler, sloganlar... aydınlığa kavuşur tek tek gözlerimizin önünde.



Artık Cemil Meriç gerçek bir entelektüel olarak karşımızdadır. Ona göre, gerçek entelektüel bir zümrenin emir kulu değildir, gerçek entelektüel bir devrin şuuru olmak zorundadır, bütün hakikatleri yoklamalı, bütün yalanların maskesini yırtmalı, kalabalığa doğru göstermeli, her düşünceye saygılı olmalı, tarafsız olmalı, vuzuhu fethe çalışmalıdır.



Gerçek entelektüel, ülkesinin bütününü, bütün ülkelere karşı müdafaa edecek, sınıflar üstü hakikatleri araştıracaktır.



Gerçek entelektüel, dürüst olacak, çok okuyacak, çok düşünecek ve ortaya çıkardığına inandığı hakikatleri, vardığı tertipleri korkusuzca yazacak, yayımlayacak.



Cemil Meriç denemelere başvurur bunun için. Genellikle her konu önce bir dergi, bazen bir gazete makalesine konu olur, sonra bu makaleler, bir makale boyutunu aşan yazılarla birleşip bütünleşerek bir kitabın içeriğini oluşturur.



Devamlı araştıran, sık sık lügatlere, ansiklopedilere, kitaplara başvuran, notlar alan, çeviriler yapan, özetler çıkaran, böylece biriken malzemeyi fişleyen, dosyalayan, fazla titiz, fazla çalışkan, fazla dürüst bir fikir isçisi Cemil Meriç. Öğrenen, öğrendiklerini kafasının ve gönlünün süzgecinden geçirerek, öğretmek için çırpınan her düşünceye açık, her düşünce adamına sevgi ve saygı dolu bağımsız bir fikir adamı.



Günahlarıyla, sevaplarıyla, Türk insani, Türk aydını, Türk düşünce hayatı adına, yetiştirdiği insanlar adına, okuyucuları adına, sevenleri adına Cemil Meriç'e teşekkür ediyor ve kulak veriyoruz.

MAHMUT ALİ MERİÇ

Çevrimdışı stalker

  • Grupsuz
  • *
  • İleti: 1986
  • Cinsiyet: Bay
Cemil Meriç
« Yanıtla #2 : Eylül 19, 2008, 02:12:57 ÖÖ »
Kronoloji


(Bu Ülke, 13. Baskı, İstanbul 2001 Hazırlayan Mahmut Ali Meriç, s. 61-70)

1877 Babası Mahmut Niyazi Bey'in yaklaşık doğum tarihi.

1912 Balkan Harbi sırasında ailesi Yunanistan/Dimetoka'dan Hatay'a göç eder.

1916 12 Aralık günü Hatay'ın Reyhanlı kazasında Hüseyin Cemil dünyaya gelir. İki de ablası vardır: Zehra ve Nadide. Bir-yedi yaş çocukluğu Antakya'da geçer. Babası aynı şehirde Ziraat Bankası müdürü, sonra da mahkeme reisidir.

1920 Birinci Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarla 1936 arası, Suriye Fransa'nın mandası altındadır. Misak-i Milli dışında bırakılan Hatay'da da muhtar bir idare kurmuştur Fransa: Bağımsız İskenderun Sancağı.

1923 Babasının memuriyetten ayrılması üzerine Reyhanlı'ya dönerler. Aynı yıl Reyhanlı Rüştiyesi'nde okula başlar. Bu ilkokulda, üçüncü sınıftan itibaren Fransızca dersleri de okutulmaktadır.

1928 İlkokulu bitirir, elindeki diplomanın adı: "certificat d'études primaires"dir.
Aynı yıl Antakya'ya gider ve Antakya Sultanîsi'nde ortaokula başlar. Eğitim Fransız kültürü ağırlıklıdır.

1933 Çalışkan bir öğrenci olmasına rağmen cebirden ikmale kalır, gözleri zayıftır ve sınıftaki tahtayı iyi görememektedir, altı numara miyobu olduğu anlaşılır.
Aynı yıl, yerel Yenigün gazetesinde ilk yazısı yayımlanır: "Geç kalmış bir muhasebe" (23.09.1933).

1934-35 On birinci sınıfı, birinci bölüm bakaloryayı alarak bitirir; ama liseden mezun olamaz, çünkü aynı yıl, lise on iki sınıf olur ve ikinci bakalorya konur. Yani bir yıl önce on birinci sınıfı bitirenler üniversiteye girebilirken, onun on ikinci sınıfı da bitirmesi gerekir.

1935-36 On ikinci sınıf felsefe sınıfıdır, bu sınıftayken, milliyetçi tutumu, yayımlanan bir yazısı ve bu yazıda bazı hocalarına, onları yeteri kadar milliyetçi bulmadığı için sert çıkması ("Türk Genci", Yıldız, 5.7.1935), parlak bir talebe olmasına rağmen ve mezuniyetine pek az bir zaman kala, ikinci bölüm bakaloryayı alamadan okulu terk zorunda kalmasıyla sonuçlanır. Okulu bitirdiğinde tahsiline Mülkiye'de devam edebilecekken, bu imkân da böylece ortadan kalkar.

1936-37 İstanbul'a gelir. Üniversiteye giremez. Bir süre Pertevniyal Lisesi on ikinci sınıfına devam eder. Hocaları, felsefede İhsan Kongar, tarihte Reşat Ekrem Koçu, edebiyatta Keyise İdalı, Fransızca'da Nurullah Ataç'tır.
Kumkapı ve Kadırga talebe yurtlarında kalır.
Nazım Hikmet ve Kerem Sadi ile tanışır. Onlar için kendi imzasını kullanmadan iki kitap çevirir türkçeye: Gaston Jèze'in maliye ile ilgili 400 sayfalık bir kitabı ile Stalin'in "Pratik ve Teori" adlı kitabı. Vaat edilen tercüme paralarını alamaz.

1937 İstanbul'da geçinebilmesi zordur, Mayıs ayında vapurla İskenderun'a dönmek mecburiyetinde kalır.
Aynı yıl İskenderun'un Haymeseki adlı köyünde dokuz ay kadar ilkokul öğretmenliği yapar, hemen hiç öğrencisi yoktur.
Aynı yıl İskenderun Tercüme Bürosu'na sınavla reis muavini olur, Türkçe basını Fransızca'ya çeviren bir ekibin başındadır. Beş altı ay kadar bu işte kalır.

1938 Hatay bağımsız bir cumhuriyet olmaktadır. Türkiye'nin sancaktaki idare amirlerinin Türk olması için Fransızlar nezdindeki girişimi sonucu, Fransızlar tarafından Aktepe'ye nahiye müdürü tayin edilir. Sadece yirmi iki gün süren bir memuriyet. İşine Hatay Valiliği'nden gelen bir telefonla son verilir.
Reyhanlı'ya dönüp Batı Ayrancı köyünde ilkokul öğretmenliğine başlar. Türk Hava Kurumu'nda sekreterlik, Belediyede katiplik gibi geçici görevlerde de bulunur.

1939 Nisan ayında tevkif edilir, üç yüz kadar kitabına ve dergi koleksiyonlarına el konur. Antakya'ya götürülür, Hatay hükümetini devirmek suçundan idam talebiyle yargılanır, iki ay sonra beraat eder.
Aynı yıl 29 Haziran'da Hatay Türkiye'ye katılır.

1940 Tekrar İstanbul'dadır. Bir arkadaşından İstanbul'da Yabancı Diller Okulu'na burslu talebe alındığını, oraya girebileceğini öğrenmiştir. Okula müracaat eder, giriş sınavını kazanıp iki yıl okur, iki yıl da Fransa'ya staja gönderilecektir.
Tarlabaşı'nda bir pansiyonda kalmaktadır. Elit, Nisvaz gibi zamanın sanatçı ve aydınlarının bir araya geldiği kahvelere devam eder bir süre.

1941 İstanbul'daki ilk yazısı "İnsan" dergisinde yayımlanır: "Honoré de Balzac"

1942 İkinci Dünya Savaşı yüzünden Yabancı Diller Okulu öğrencileri Avrupa'ya gönderilemez, mecburi hizmeti vardır, kurada şansına Elazığ çıkar.
Aynı yıl Elazığ'a gitmeden az önce tarih ve coğrafya öğretmeni olan Fevziye Menteşoğlu ile tanışır ve 19 Mart günü evlenir, eşi İstanbulludur.
Aynı yıl, Haziran ayında babası ölür.
Aynı yıl, 29 Ekim'de Elazığ Lisesi'nde Fransızca öğretmenliğine başlar.

1942-43 "Ayın Bibliyografyası" adlı dergide tercüme tenkitleri yayımlanır.

1943 Elazığ Askeri Hastanesi'nce düzenlenen bir kurul raporuna göre, her iki gözündeki yüksek ve 'müterakki' miyop askerlik yapmasına engeldir, askerlikten muaf tutulur.
Aynı yıl, ilk kitabı yayımlanır, Balzac'dan bir çeviridir bu: "Altın Gözlü Kız" (Üniversite Kitabevi), 189 sayfalık kitabın 74 sayfası Balzac'la ilgili bir incelemenin yer aldığı önsözdür.

1944-47 arası, dönemin çeşitli dergilerinde ("Yurt ve Dünya", "Yücel", "Gün", "Amaç") özellikle Fransız edebiyatı ve düşüncesi üzerine incelemeler, daha da çok tercüme tenkitleri yazar.

1945 Şubat, Elazığ'daki stajyer öğretmenlik görevinden, iki sene dört ay sonra ayrılır. Eşinin Elazığ'a tayini çıkmadığı gibi, eşi burada iki de çocuk kaybetmiştir, ancak İstanbul'da doğum yapabileceğinin anlaşılması üzerine İstanbul'dadır ve yedi aylık hamiledir. Tip Fakültesi'nden gözlerinin yorgun olması nedeniyle aldığı rapora rağmen Bakanlıkça izinli de sayılmayınca istifa eder.
Aynı yıl, 1 Nisan'da bir oğlu dünyaya gelir, ismini Mahmut Ali koyar.
Aynı yıl, Balzac'dan iki çevirisi çıkar: "Otuzundaki Kadın" (A.Bolat Yayınevi, 168 sayfa) ve "Onüçlerin Romanı (Ferragus)" (Yüksel Yayınevi), 157 sayfanın 28 sayfası önsöz.

1946 16 Aralık, bir kızı gelir dünyaya: Ümit.
Aynı yıl bir çevirisi daha basılır, hep Balzac'tan: "Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti" (İnkılap Yayınevi), 471 sayfa, 17 sayfalık bir önsöz.
Aynı yıl, Aralık ayının son günlerinde sınavla İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde Fransızca okutmanı olur.

1947 Bir yıl kadar "Yirminci Asır" dergisinde yazar. 1947-53 yılları arasında makale yazmaya ara vermiş gibidir. 1953'te aynı dergide bir kaç makalesi daha yayımlanacaktır.

1948 Victor Hugo'nun "Hernani" adlı piyesinin manzum olarak tercümesi Milli Eğitim Bakanlığı tarafından kendisine verilir.

1949-50-51 tarihlerini taşıyan ve çeşitli okuma notlarından oluşan bir defter doldurur. Aynı zamanda yoğun bir dosyalama ve fişleme çalışması içindedir. İlgisini çeken her konuda malzeme biriktirmektedir.

1951 Muafiyet imtihanına girecek Hukuk Fakültesi öğrencileri için, F. H. Saymen ve Mösyö Louat ile, 43 sayfalık bir Fransızca "Yardımcı Metinler" kitapçığı hazırlar (Yabancı Diller Okulu, Fakülteler Matbaası).
Aynı yıl Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ne doktora öğrencisi olarak kaydolur.

1952-53 İstanbul Işık Lisesi'ne Fransızca öğretmeni olur

1952-54 arası aldığı okuma notlarıyla iki defter daha doldurur.

1953-54 Yabancı dil okutmanlığına paralel olarak lise öğretmenliğini sürdürür.

1954 İlkbahar aylarında gözlerini kaybeder.
Aynı yıl, yaz ayları boyunca İstanbul Cerrahpaşa Hastanesi'nde yatar, birkaç başarısız göz ameliyatı geçirir. Bir gözünde retina tabakası çatlamıştır, diğerine katarakt sonucu perde inmiştir. Ameliyatlara yurt dışından devam edilmesinin uygun olacağı sonucuna varılır.

1955 21 Ocak, Denizyollarının Tarsus vapuruyla, tek başına İstanbul'dan Marsilya'ya, oradan da Paris'e gider. Fakülte tarafından "tetkikatta bulunmak üzere" Avrupa'ya seyahate gönderiliyor kabul edilerek, yola çıkabilmişse de amaç Paris'te ünlü "Quinze-Vingts" (Kenzven) Hastanesi'nde ameliyat olabilmektir. Ocak sonuyla Temmuz ayı arasında birçok ameliyat geçirir, fakat gözdeki yüksek tansiyon ve kanama yüzünden son ameliyatlar yapılamaz, yurda dönmek mecburiyetinde kalır. Bir daha ameliyat olmayacak ve artık hayatının sonuna kadar göremeyecektir.
7 Temmuz günü uçakla Yeşilköy Havaalanı'na iner.
Aynı yıl, Hatay'da oturan annesi Zeynep Hanım vefat eder.
Aynı yıl jurnal tutmaya ve "Quinze-Vingts Geceleri" isimli bir roman yazmaya başlar, her ikisine de devam etmez.

1956 V. Hugo'nun "Sefiller" adlı eserini, sonra da H. Taine'in "Sanatın Felsefesi" adli kitabini Türkçe'ye çevirmek talebi Maarif Vekaleti'nce geri çevrilir. Üç ay kadar sonra, Vekaletten gelen bir yazıyla, J. J. Rousseau'nun "Emil" adlı eserini çevirmesi uygun görülür, çeviriye başlar. Yaptığı çalışma yarım kalmış titiz bir çeviri örneğidir.
Aynı yılın Aralık ayında "Hernani" çevirisi, Maarif Vekaleti'nin "Klasikler" dizisi arasında yayımlanır.

1957 O yılın tiyatro sezonu için İstanbul Şehir Tiyatroları'nda "Hernani"nin temsili uygun görülmüş ve sahne çalışmaları tamamlanmış gibiyken "mühim bir sebepten dolayı daha sonra sahneye konacaktır" gerekçesiyle eser, son anda programdan kaldırılır ve bir daha da temsili söz konusu olmaz.

1959 Fransızca öğrenecekler için bir Fransız dili grameri hazırlar. yaklaşık 100 daktilo sayfası tutan bu çalışması basılmaz.
Aynı yıl, Hugo'nun "Sefiller" adlı eserini Türkçe'ye çevirmesi Bakanlıkça uygun görülür. Ne var ki Hint düşüncesi ve edebiyatıyla ilgili geniş kapsamlı bir çalışma bütün zamanını almaktadır, çeviriye başlar ama devam etmekten vazgeçer.

1961 Eşi ağır bir rahatsızlık geçirse de hemen tamamen iyileşir.

1963 "Hint Edebiyatı"nın yazılması biter, eser baskıya hazırdır.
Aynı yıl, yılbaşından itibaren düzenli olarak jurnal tutmaya başlar, "Jurnal"ine 64 ve 65 yıllarında da devam eder, bu dönemde "Mektuplar"la zenginleşen Jurnal, aralıklarla da olsa 1983 yılı ortalarına kadar sürecektir.
Aynı yıl, Antakya'da İngilizce öğretmeni Lamia Çataloğlu ile tanışır. Bu tanışma hayatının sonuna kadar sürecek bir dostluğa dönüşür.
Aynı yıl, Edebiyat Fakültesi sosyoloji bölümünde, hem sosyoloji öğrencilerine hem de çeşitli fakültelerden derslerini izlemeye gelen öğrencilere sosyoloji ve kültür tarihi dersleri verir, bu dersler çok düzenli olmasa da emekliliğine kadar sürecektir.

1964 Bir yıl kadar bastırılamayan "Hint Edebiyatı", sonunda yayımlanır (Dönem Yayınları, 266 s.).

1965 53 yılından sonra ilk kez "Dönem" ve "Çağrı" dergilerinde makaleleri çıkar.

1966 Victor Hugo'dan, Mahmut Sait Kılıççı ile beraber manzum olarak çevirdiği "Marion de Lorme" basılır (M.E.B. Yayınları, 192 s.).
Aynı yıl, Hugo'dan yapmış olduğu "Hernani" çevirisi ikinci kez basılır (M.E.B. Yayınları, 184 s.).

1967 Makale yazmayı "Yeni İnsan" ve "Hisar" dergilerinde sürdürür. "Hisar"daki yazıları aralıklarla da olsa on yılı aşkın bir süre devam edecektir.
"Saint-Simon İlk Sosyolog, İlk Sosyalist" bu yıl basılır. (Çan Yayınları, 143 s.).
Ayni yıl, A. Meillet ile M. Lejeune'ün Encyclopédie Française'deki bir yazısını "Dillerin Yapısı ve Gelişmesi" başlığı altında, talebesi Berke Vardar ile Türkçeye çevirirler. (Dönem Yayınları, 86 s.).

1969 "Sosyalizm ve Sosyoloji Tarihinde Pierre Joseph Proudhon" adlı bir çalışması Fakülteler Matbaası'nda basılır. (Türkiye Harsi ve İçtimai Araştırmalar Derneği, sayı 101, 23 s.).

1970 1968'de I.Ü.E.F. Sosyoloji dergisinde çıkan "İdeoloji" ile ilgili bir başka çalışması (sayı 21-22), bir kitapçık halinde yayımlanır (Fakülteler Matbaası, 23 s.).

1973 Balzac'tan çevirmiş olduğu "Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti" adlı eser, ikinci defa, "İhtişam ve Sefalet (Vautrin)" adıyla gözden geçirilip basılır (Ötüken Yayınevi, 543 s.).

1974 İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransızca okutmanlığından emekli olur. Görmemesine ve oldukça zor çalışma koşullarına rağmen hocalık görevini sonuna kadar sürdürmüştür.
Aynı yılın Nisan ayında bir erkek torunu dünyaya gelir, 58 yaşında dede olmuştur.
Aynı yıl, “Bu Ülke” yayımlanır (Ötüken Yayınevi, 170 s.).
"Ümranlar Uygarlığa" adlı eseri de bu yıl basılır (Ötüken Yayınevi, 371 s.) ve Türkiye Milli Kültür Vakfı'ndan "fikir dalında" ödül alır.
Aynı yıldan itibaren "Türk Edebiyatı", "Kubbealtı Akademi" ve "Orta Doğu" gazetesinde yazıları çıkmağa başlar.

1975 "Bu Ülke" ikinci baskıyı yapar. (Ötüken Yayınevi, 200 s.).
Aynı yılın Haziran ayında bir erkek torun sahibi daha olur.

1976 "Bu Ülke" İlavelerle üçüncü defa basılır (Ötüken Yayınevi, 244 s.).
Aynı yıl, "Hint Edebiyatı" adli eseri, "Hint ve Bati" başlıklı bir bölümün de eklenmesiyle "Bir Dünyanin Esiginde" adıyla ikinci kez basılır (Ötüken Yayınevi, 344 s.).

1977 "Pınar", "Köprü", "Gerçek" dergilerinde makaleleri çıkar, en çok da "Pinar"da yazar.
"Ümrandan Uygarlığa"nın ikinci baskısı yapılır (Ötüken Yayınevi, 366 s.).

1978 "Mağaradakiler" adlı eseri yayımlanır (Ötüken Yayınevi, 352 s.).
Aynı yıl Mart ayında televizyonun birinci kanalında roman üzerine bir söyleşisi yayımlanır.

1978-84 yılları arasında, çoğu Kubbealtı Cemiyeti'nde olmak üzere yılda üç dört kere konferans verir.

1979 "Bir Dünyanın Eşiğinde" üçüncü baskısını yapar (Ötüken Yayınevi, 352 s.).
"Bu Ülke" yeni ilavelerle dördüncü kez basılır (Ötüken Yayınevi, 275 s.).
Aynı yıl "Hareket" dergisinde de yazmaya başlar.

1980 "Kırk Ambar"ı çıkarır Cemil Meriç (Ötüken Yayınevi, 487 s.).
Aynı yıl eser, Türkiye Milli Kültür Vakfı Ödülü'ne layık görülür.
Aynı yıl "Mağaradakiler" ikinci baskısını yapar (Ötüken Yayınevi, 326 s.).
Uriel Heyd'den "Ziya Gökalp, Türk Milliyetçiliginin Temelleri" isimli kitabı çevirir (Sebil Yayınevi, 134 s.).
"Milli Eğitim ve Kültür" dergisinde ve "Yeni Devir" gazetesinde makaleleri yayımlanmaktadır.

1981 "Bir Facianın Hikayesi" Ankara'da bir yayınevi tarafından basılır (Ümran Yayınları, 167 s.).
Thornton Wilder'in "Köprüden Düsenler" adlı kitabını Lamia Çataloğlu ile birlikte İngilizce'den Türkçe'ye çevirirler (Tur Yayınları, 112 s.).
Aynı yıl, Ankara Yazarlar Birliği Derneği tarafından "yılın yazarı" seçilir.

1982 Kayseri Sanatçılar Derneği'nden, inceleme dalında bir ödül alır.
Aynı yıl, 15 Ocak Nişantaşı Akademi Kitabevi'nde bir imza günü düzenlenir. İlk kez okuyucusuyla buluşur.
Aynı yıl, 30 Ocak'ta "Cemil Meriç'le Türk kültüründeki değişmeler hakkında bir söyleşi" başlığını taşıyan bir televizyon programına katılır.

1983 Maxime Rodinson'un "Batıyı Büyüleyen İslam" adli eserini dilimize kazandırır (Pınar Yayınları, 233 s.).
Aynı yıl İletişim Yayınları'nın çıkardığı "Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi'ne makaleler yazar.
7 Mart günü 41 yıllık bir beraberlikten sonra eşini kaybeder.
Aynı yıl TÜYAP Kitap Fuarı'nda kitaplarını imzalar.

1984 "Işık Doğudan Gelir" adlı kitabı yayımlanır (Pınar Yayınları, 233 s.).
Aynı yılın Ağustos ayında bir beyin kanaması geçirir; sol hemipleji sonucu sol tarafına felç iner. Cerrahpaşa Hastanesi'nde üç ay süren bir tedaviden sonra taburcu olur.

1985 “Bu Ülke” Entelektüel Bir Otobiyografi ve Cemil Meriç Kronolojisini de içeren 63 sayfalık bir giriş bölümüyle beşinci kez basılır (İletişim Yayınları, 285 s.).
"Kültürden İrfana" adli eseri İnsan Yayınları arasında çıkar (405 s.). Aynı yayıneviyle bütün eserlerinin basılması konusunda imzalanan sözleşmeye rağmen diğer eserleri basılmaz.

1986 İletişim Yayınları'nın bu kez de "Tanzimattan Cumhuriyet'e Türkiye Ansiklopedisi"nde makaleleri yer alır.

1987 13 Haziran günü, kendisini yatağa mahkum eden uzunca bir hastalıktan sonra, 71 yaşında hayata gözlerini yumar. Karacaahmet mezarlığına eşinin yanına defnedilir. (Ada 8, No 890).
Aynı yıl, ölümünden bir ay kadar önce, televizyonun birinci kanalında, TRT tarafından hazırlatılan: "Sanatımızdan Portreler: Cemil Meriç" adlı bir belgesel yayımlanır. Ölümü üzerine aynı belgesel bir kere daha ekrana gelecektir.
Aynı yıl, Dönemli Yayıncılık'la Cemil Meriç'in varisleri arasında, bütün eserlerinin basılması konusunda bir sözleşme imzalanır, iki eserinin yayına hazırlanıp baskıya verilmesi aşamasında, yayınevinin kapanması üzerine bu girişim sonuçsuz kalır.

1989 Cemil Meriç için, 13 Haziran günü Cağaloğlu Basın Müzesi'nde düzenlenen ikinci ölüm yıldönümü anma toplantısında yapılan çeşitli konuşmalar, Hürriyet Gösteri'nin Eylül ayı sayısıyla birlikte çıkan Cemil Meriç ekinde yayımlanır.

1991 Dördüncü Ölüm yıldönümü dolayısıyla, Hatay Kültür Müdürlüğü ve İLESAM tarafından Antakya'da, "Türk Fikir Hayatında Cemil Meriç'in Yeri" konulu bir panel düzenlenir. Paneldeki konuşmalar, Mehmet Tekin tarafından "Cemil Meriç: şair, filozof, yazar" adını taşıyan bir kitapçıkta toplanır (Antakya, 94 s.).

1992 Ocak ayında, Cemil Meriç'in bütün eserlerinin bir Külliyat halinde basılması konusunda, İletişim Yayınları ile Cemil Meriç'in varisleri olan çocukları arasında bir neşir sözleşmesi düzenlenir. Bu sözleşmeye göre, Cemil Meriç'in basılmış bütün telif eserleri, basılmamış "Jurnal" ve "Mektuplar"ı, çeviri eserleri ve yine basılmamış ders notları, konferansları, diğer yazıları yayınevince yayımlanacaktır. Cemil Meriç'in beşinci ölüm yıldönümünde "İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü Öğrenci Kültür Merkezi Edebiyat Kulübü" tarafından bir anma günü düzenlenir.

Hazırlayan: MAHMUT ALİ MERİÇ


Çevrimdışı stalker

  • Grupsuz
  • *
  • İleti: 1986
  • Cinsiyet: Bay
Cemil Meriç
« Yanıtla #3 : Eylül 19, 2008, 02:15:40 ÖÖ »
Eserleri

İlk telif eseri Balzac üzerine küçük bir incelemeydi. Hint Edebiyâtı(daha sonra "Bir Dünyanın Eşiğinde" başlığıyla iki kez daha basıldı), Saint Simon- Ilk Sosyolog, Ilk Sosyalist-, Bir Dünyânın Eşiğinde, Bu Ülke, Mağaradakiler, Bir Fâciânın Hikâyesi, Işık Doğudan Gelir ve Kültürden İrfana başlıca eserleridir. Bu Ülke (1974, 5 baskı), Umrandan Uygarlığa (1974, 2 baskı), Mağaradakiler (1978, 2 baskı), Kırk Ambar (1980), Bir Facianın Hikâyesi (1981), Işık Doğudan Gelir (1984), Kültürden İrfana (1985). Balzac’tan yaptığı çevirilerin ilki 1943´te yayımlandı. Fransız edebiyatından yaptığı çevirilerin yanı sıra, Uriel Heyd’in Ziya Gökalp, Türk Milliyetçiliğinin Temelleri (1980), Thornton Wilder’in Köprüden Düsenler (1981) ve Maxime Rodinson’un Bati’yi Büyüleyen İslâm (1983) adlı eserlerini de Türkçe’ye kazandırdı. İletisim Yayınları Cemil Meriç’in “Bütün Eserleri”ni toplu halde basarken, daha önce yayımlanmamış üç kitabını daha yayımlandı: Jurnal 1 (1992), Jurnal 2 (1993), Sosyoloji Notları ve Konferanslar (1993). “Bütün Eserleri” dizisinden “gözden geçirilmiş yeni baskı”sı yapılan kitaplar ise şunlardır: Bu Ülke (1983), Bir Dünyanın Eşiğinde (1994), Saint-Simon, İlk Sosyolog İlk Sosyalist (1995), Ümrandan Uygarlığa (1996), Mağaradakiler (1997), Kırk Ambar - Cilt 1 - Rümuz-ül Edeb (1998).

Aldığı ödüller: Umrandan Uygarlığa (1974), Kırk Ambar (1983) isimli eserleriyle iki defâ Türkiye Millî Kültür Vakfı ödülünü kazandı. Kırk Ambar adlı eseriyle "Türkiye Millî Kültür Vakfı" ödülü, Ankara Yazarlar Birliği Derneği'nin"Yılın Yazarı", Kayseri Sanatçılar Derneği'nce, "İnceleme", Kültürden İrfana adlı eseriyle, Türkiye Yazarlar Birliği "Yılın Fikir Eserleri" ödüllerini aldı...

Basılmayan Eserleri

     * Bir Facianın Hikayesi

Bilgisayarınıza indirin

      *  Altın Gözlü Kız

Cemil Meriç Hakkında Bir Bibliyografya Çalışması

1.Kendi Yazdıkları
A)KİTAPLARI

1.Meriç, Cemil: Balzac, Honore de. Altın Gözlü Kız, (Çev.) İST. 1943. Kenan Mat. 184 s.
2.Meriç, Cemil: Balzac, Honore de. Otuzundaki Kadın, (Çev.) 1945, A.Bolat Kitabevi.
3.Meriç, Cemil: Balzac, Honore de. Onüçlerin Romanı, Çev.) 1945, Yüksel Yayınevi
4.Meriç, Cemil: Balzac, Honore de. Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti. Çev.) 1946, Inkilab Kitabevi
5.Meriç, Cemil: Hugo, Victor. (1802-1885), Hernani, Çev. Maarif Vekaleti, Yayım. İst. 1956, Maarif Basımevi, VI+184, s,2.bsl.ist.1966
6.Meriç, Cemil: Hint Edebiyatı, Dönem Yayınları, İst. 1964, Ersa Kol. Şt.Matbaası, II+266 s.
7.Meriç, Cemil: Hugo, Victor. (Marie, 1802-1885) Marion de Lorme, (Çev.). M.E.B. Yayım, İst. 1966, M.E.Basımevi, VI+192 s.
8.Meriç, Cemil: Saint- Simon “İlk Sosyolog, İlk Sosyalist”, Çan Yayın., İst. 1967 Gün Basımevi, I+143 s.
9.Meriç, Cemil: Dillerin Yapısı ve Gelişmesi, (Hazırlayanlar, Cemil Meriç- Berke Vardar), Dönem Yayın, İst. 1967, I+86 s.
10.Meriç, Cemil: Sosyalizm ve Sosyoloji Tarihinde Pierre Joseph Proudhon (1809-1865), Türkiye Harsi Araştırmalar Derneği Yayın, İst. 1969, Fakülteler Matbaa, I+23 s.
11.Meriç, Cemil: Balzac, Honore de.(1799-1850), İhtişam ve Sefaleti:Vautrin, Çev.) Ötüken Yayınevi, İst. 1973, IV+543 s.2. bsl.
12.Meriç, Cemil: Bu ülke, Ötüken Yayın, İst. 25 145 s.2 bsl.İst. 1975, 200s; 3.bsl.İst. 1976, 244 s; 4. bsl.1979, 275,
13. Meriç, Cemil: Umrandan Uygarlığa, Ötüken Yayın, İst. 1974, Yelken Matbaa, 371 s; 2.bsl., 1977, 366 s.
14.Meriç, Cemil. Bir Dünyanın Eşiğinde, Ötüken Yayın. İst 1976, Yüksel Matbaa, 2. bsl. 344 s., 3 bsl., İst. 1979, 352 s
15.Meriç, Cemil. Mağaradakiler, Ötüken Yayın., İst., 1978, 453 s., 2.bsl. İST. 1980
16.Meriç, Cemil: Kırk Ambar, Ötüken Yayın., İst. 1980, 487 s.
17.Meriç, Cemil: Vilder, Thornton (Niven, 1897-1973), Köprüden Düşenler, (Çev). Cemil Meriç- L. Çataloğlu, Tur Yayın. İst. 1981, Yüksek Mat. 122 s.
18.Meriç, Cemil. Bir Facianın Hikayesi, Umran Yayınları, Ankara 1981, Şafak Matbaası, VIII+167 S.
19.Meriç, Cemil. Batıyı Büyüleyen İslam,(Rodinson ve ) Pınar Yayınları, 1983, s.175


B. DENEMELERİ

1. Meriç, Cemil. Mene, Teke, Feres, Hisar, 12 (106), Ekim, 1972, 12-14 s.

Çevrimdışı stalker

  • Grupsuz
  • *
  • İleti: 1986
  • Cinsiyet: Bay
Cemil Meriç
« Yanıtla #4 : Eylül 19, 2008, 02:17:03 ÖÖ »
Yapraklar

24.1.1963

Bir


Yirmi dört yıl önce mahkemede Marksist olduğumu haykırmıştım. Ümitsizlikten doğan bir isyandı bu, bir nevi meydan okuyuş, yalnızlık içinde bir şey olmak ihtiyacı. Yılları zilletler içinde geçen, kah Türk, kah şehirli olduğu için horlanan göçmen çocuğu bir yere tutunmak, bir camiaya bağlanmak istiyordu. Sınıfı yoktu. Dünyada başka milletler olduğunu dahi bilmiyordu. Ama kucağında yaşadığı topluma yabancıydı. O, şehirden gelmişti. Konuşması da, giyinmesi de farklıydı. Yalnız yaşadı, bir cüzamlı gibi. Oynamadı, çocuk olmadı, içine ve kitaplara kapandı. Sonra lise yılları… yine yalnız, yine yabancı. Açlık; midenin, etin ve ruhun açlığı. Hayalindeki dünyalar birer birer yıkıldı. Önce, öbür dünya. Bu haksızlıklar gayyası şuurlu bir Tanrı'nın eseri olamazdı. İmandan şüpheye, şüpheden inkara, inkardan maddeciliğe geçiş: Büchner, Ebul ala, Hayyam. Ama şuurundaki bu devrim onu çevresinden bir kat daha koparıyordu. Küstah, tedirgin ve yalnız. Sonra yeni bir arayış, yeni bir bütünleşme ümidi: Türkçülük. Yutar gibi okuduğu kitaplar: Yusuf Akçora, Türk Yurdu Koleksiyonları, Türk Yıllığı, Rıza Nur'un Tarih'i. Mektep idaresi ile anlaşmazlık. Mübaşirden yediği tokat. Bu defa şehirli olduğu için değil, Türk olduğu için, sömürgeciliğe karşı olduğu için hırpalanış. Tarık Mümtaz'in gazetesinde "Fırsat Yoksulu" takma adıyla şiirler. Beyrut'ta çıkan Yıldız ve Türk düşmanlarına savaş ilanı. Binbir ümitle koşulan İstanbul. Gerçeğin soğuk çehresi. Ve kabusa dönen şovenizm rüyası. Nazım'la tanışma, Kerim Sadi. Sefalet. Ve kahkari bir hezimete benzeyen dönüş. İskenderun sancağı. Ve alışılmamış bir hürriyet havası. Putları kırılan göçmen çocuğu yeni bir put bulmuştur: sosyalizm. Tercüme kaleminde reis muavinliği. Ve istemeyerek kabul edilen nahiye müdürlüğü. Sonra değişen dünya. Telefonla işine son veriliş. Köy öğretmenliği. Ve bir nisan sabahı evinin aranışı. Nezaret, hapishane.


Marksistim dediği zaman tek isçinin elini sıkmış değildi. Sadece namuslu olmak, korktuğu için sustu dedirtmemek istiyordu. Zaten yaşanmaz bir dünyada idi artık. Cinsi buhran, ruhi buhran. En küçük bir pırıltı yoktu hayatında. Bir sığınaktı Marksizm, bir kaçıştı, bir yaşama gerekçesiydi. Belki de inanıyordu Marksizme. Eziliyordu ve ezilenlerin yanındaydı. Ama kimdi bu ezilenler? Bilmiyordu. Kitaplardan tanımıştı sosyalizmi. Ne kadar anlamıştı? Anlayabilir miydi? Sınıf kavgası yoktu Hatay'da. Çünkü sınıf şuuru yoktu. Marksizm, gerçekten meçhul'e, yani rüyaya kaçıştı. İnsanları seviyordu. Ama sığındığı her kale insanlardan biraz daha uzaklaştırıyordu onu. Beraat etti. Ne var ki bütün dostları, bütün tanıdıkları selamı sabahı kestiler. Yirmi yıl peşini bırakmadı polis. Yirmi yıl bir Jan Valjan hayatı. Her hangi bir Batı ülkesinde büyük bir fikir adamı, bir teorisyen olabilirdi. Ezdiler... Acaba ezilen daha kaç kişi? Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeğe koşan zavallı insanlarım: Karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi! Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar? Önce coğrafi kaderle savaş. Cetlerinin toprağından kopuş. Dimetoka'dan Reyhaniye'ye. Dilleri, gelenekleri, zevkleri ayrı bir topluluk. Sonra içtimai kader. İşlemediği bir günahın çilesini çekmeğe mahkum ediliş. Nihayet felaketlerin en büyüğü: karanlıklara çivileniş. Zavallı dostum! Büyüklere yalnız acılarınla mı benzeyeceksin? Düşünce dikenli bir taç. İsa'dan Gandi'ye kadar Tanrı'ya nispeti olan her ulu, Tanrı'ların hışmına uğradı. Tanrı'ya nispeti olmadan Tanrı'ların hışmına uğramak, hazin.


19.8.1973

İki



60'Iara kadar tecessüslerimin yöneldiği kutup: Avrupa. Coğrafyamda Asya yok. Yalnız dilimle Türk'üm. İstanbul'da çıkan ilk yazım Heine. Şairi çok mu seviyordum? Yoo.. Tanımıyordum ki. Fransız solu, Hitler Almanyası'nın adını anmadığı Yahudi yazarı göklere çıkarıyordu. Heine ne kadar alakadar ederdi bizi? Silezyalı dokumacılardan bize neydi? Sonra Balzac.. Türk irfanı 30'lara kadar İnsanlığın Komedyası'ndan habersiz yaşamış. Hangi insanlığın? Kültürümüze kazandırmak istediğim BaIzac bir yabancıydı. Ön yargılarıyla, inançlarıyla, kahramanlarıyla yabancı. Sonra Hugo: Asırların Efsanesi, Hernani, Marion Delorme. Yarim kalmış bir Kral Eğleniyor. Ve başlanıp bırakılan bir Sefiller çevirisi. Ayın Bibliyografya'sında bir yıl kadar yazdım. Konu: tercüme tenkitleri. Oradan "Yücel"e geçiş. Tanrıkut'un Gün dergisi: Edebiyat Tarihinde Dejenereler, Lucretius. Ver Haeren'den manzum bir tercüme: Emek. Amaç, Yirminci Asır, v.s. Fransızca'dan Türkçe'ye bir lügat hazırlamak istemiştim. A harfinin baslarında kaldı. Emile'in dörtte birini kazandırdım Türkçe'ye. Dilini öğrenerek içinde eridiğim Fransız kültürünü Türkiye'ye taşımak istiyordum. Babıali boyuna tercüme istiyordu. Ama çevrilmesi teklif edilen kitaplar hiçbir sanat, hiçbir düşünce değeri taşımıyordu. O dönemlerde şöhret ve haysiyet bir başkası olmaktan ibaretti. Hem de kendimizden çok daha sığ, çok daha tatsız bir başkası. Arz-i mevudun altın meyveleri alıcısız kalıyordu.


Hint, benim için Asya'nın keşfi oldu. Avrupa'dan görünen Asya, Avrupalının gözü ile Asya. Ama nihayet Asya. Bu yeni dünyada da kılavuzlarım Avrupalıydı demek istiyorum. İlk hocam: Romain Rolland. Ama büyü bozulmuştu. Anlamıştım ki tarihte başka Avrupa'lar da var. Çağdaş düşünceyi kaynağında yakalamak için on dokuzuncu asır Avrupasına döndüm. Bu yolculuğun ilk meyveleri: Saint-Simon'la Proudhon. Hint'e kadar dünyam birkaç düzine benden ibaretti. Birkaç düzine yankı. Coğrafyamda tek kıta vardı, kafamda tek yarımküre. İrfanıma katılan yeni bir dünya idi Hint. Ama sonunda Hint de bir kaçış, bir arayıştı.


Konya yolculuklarımda ilk defa olarak başkası ile temas ettim. Başkası, yani, kendi insanim. Kaderin karşıma çıkardığı genç üniversiteli "sen bizden değilsin" dedi. "Sen bizden değilsin"! Evet, ben onlardan değilim. Ama onlar kimdi? Uçurumun kenarında uyanıyordum. Demek boşuna çile çekmiş, boşuna yorulmuştum. Bu hüküm hakikatin ta kendisi idi. Tanzimattan bu yana Türk aydınının alın yazısı iki kelimede düğümleniyordu: aldanmak ve aldatmak. Senaryoyu başkaları hazırlamıştı. Biz sadece birer oyuncuyduk. Nesiller bir ütopyanın kurbanı olmuşlardı. Ama bu ütopya sonuna kadar yaşanmadıkça, gerçeği görebilir miydik? Kalabalık, kayaya yapışan bir midye şuursuzluğu ile geleneklerine sarılmış, cebin ve uyuşuk. Arada bir uyanır gibi oluyor. Sonra tekrar dalıyor derin uykusuna. Avrupa'yı tanımamak, gaflet. Avrupa'yı tanıyan, ülkesinden kopuyor. Bu lanet çemberinden nasıl kurtulacağız? Gerçeği görmek hatayı sonuna kadar yaşamakla mümkün. Yığın Avrupalılaşırken, aydınlar Türkleşmeli. Ve çalışmağa başladım. Spinoza kırk dört yaşında ölmüş. Nietzsche kırk dört yaşında delirmiş. Ben yolumu kırk dört yaşından sonra buldum.


Son Yaprak


Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla.. Ben kalemle doğmuşum. İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım. Kelimelerle munisleştirmek istedim düşman bir dünyayı. Şiirle başladım edebiyata, cıvıldayan bir kuş kadar rahattım yazarken, kulaklarımda bir ses uğulduyordu, etrafımdakilerin duymadığı bir ses. Ve defterler kendiliğinden doluyordu. Sonra ilmin, ilhamı dizginleyen sert disiplini.. histen ve hissiden utanış. Nazımdan nesre, öznelden nesnele adayış. 940'lardaki yazılarımın ayırıcı vasfi, ukalalık. Batı irfanını ülke ülke, devir devir keşfe çıkan genç bir tecessüs. İlk kitabim 1942'de doğdu. Yetmiş beş sayfalık bir araştırma: Balzac. Ve yüz sayfalık bir tercüme: Altın Gözlü Kız. Sonra Ferragus, Duchesse de Langeais (kitapçıda kayboldu). Otuzundaki Kadın. Balıkçı Kız (kitapçıda kayboldu). Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti.

Fransız ve İngiliz edebiyatını Balzac'la beraber dolaştım. Balzac'i tanımasam romancı olmak isterdim. Yıllarca İnsanlığın Komedyası'yla uğraştıktan sonra roman yazmağa kalkışmak küstahlık olurdu. Düşünce hayatıma yön veren öteki ustalar: Rousseau ile Ibn Haldun. Rousseau'dan Nietzsche'ye, Nietzsche'den Hegel'e ve şakirderine geçiş. İbn Haldun, İslam dünyasındaki kılavuzum.


Tiyatronun yabancısıydım. Üzerinde rahatça kalem oynatacağım tek saha kalıyordu: deneme. Denemenin belli bir muhtevası yok. Her edebi nevi kucaklayacak kadar geniş, rahat ve seyyal. Kalıplaşmamış olduğu için çekici. İki handikapı var: Mazimize uzanmıyor, çağrışımları sevimsiz.


Hint Edebiyatı, Saint-Simon, Bu Ülke veya Ümrandan Uygarlığa aynı kaynaktan fışkırdılar. Hint Edebiyatı'nın "bilimsel" ve alışılmış edebiyat tarihi ile ilgisi adından ibaret. Kitapta yaşayan, düşünen, konuşan: yazarın kendisi. Saint-Simon'da konu bir fikir adamının karanlık ve muhteşem macerası. Bir fikir adamının, daha doğrusu bir fikrin. Ama konuşan ve düşünen yine yazarın kendisi. İlim: iskelet.


Monografi, tenkit, edebiyat tarihi.. imzamı taşıyan her yazıda ben yaşıyorum. Bütün bu neviler kendimi anlatmak için bir vesile. Bir Balzac'in, bir Ibn Haldun'un, bir Makyavel'in arkasına gizleniyorum, kendimi yaşıyorum onlarda.. kendi öfkelerimi, kendi ümitlerimi, kendi ümitsizliklerimi. İşlediğim türe insanı getirdim, yaralı bir çağın insanını.


Bir çağın vicdani olmak isterdim, bir çağın, daha doğrusu bir ülkenin, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak isterdim, kelimeden, sevgiden bir köprü. Sanat düşüncenin, düşünce mukaddeslerin emrinde olmalı. Hakikat, mukaddeslerin mukaddesi.. Hakikat ve sevgi.


Hafızasını kaybeden bu zavallı nesilleri biz mahvettik, bu cinayet hepimizin eseri, hepimizin yanı aydınların.


Üslupta ilk ceddim: Sinan Paşa. Sonra Nazif, Cenap ve Haşim. Amacım: Yazarı okuyucudan ayıran bütün engelleri yıkmak, sesimi bütün hiziplere duyurmak. Şuurun, tarihin, ilmin sesini. Öyle bir ifade yaratmak istiyorum ki, Türk insanının uyuşan şuuruna bir alev mızrak gibi saplansın. Sanatla düşünceyi kaynaştıran İsrafil'in suru kadar heybetli bir dil.


Türk İslam medeniyeti ahlaka, feragate dayanan bir medeniyet. Gerçekleştirdiği değerler edebiyattan da, felsefeden de, ilimden de muazzez. Ben bu mazlum medeniyetin sesi olmak istiyorum. Korumak istediğim şaheser: insanın kendisi. Tarihine vecitle eğildiğim bu büyük, bu gerçek, bu mert insanı Osmanlı yaratmış ve yaşatmış. Kendini tanımak irfanın ilk merhalesi. Düşünenin görevi insanından kopan, tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşada çalışmak: Kızmadan, usanmadan irşat. Gerçek sanat ayırmaz, birleştirir.


Arkamda kilometre taşları ve yaprak yaprak dökülen rüyalar. Yeni bir kitabı bitirmek üzereyim: Mağaradakiler. Eflatun'un mağarası bu. İçinde bizler varız. Beşir Fuat'lar, Ali Suavi'ler, Hilmi Ziya'lar... Türk aydınının yüz yıllık dramı. Sonra da genel olarak Batı aydını ve Rus intelijansiyası...


Hayallerimin kaçta kaçını gerçekleştirebildim, bilemem ki.

Cemil Meriç (Jurnal)

Çevrimdışı stalker

  • Grupsuz
  • *
  • İleti: 1986
  • Cinsiyet: Bay
Cemil Meriç
« Yanıtla #5 : Eylül 19, 2008, 02:27:01 ÖÖ »
Cemil Meriç Röportajı

"Nesillerin Mirası" Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı, Türkiye Yazarlar Birliği Yayını, Ankara 1986, s.586-594.

1986, Hüsamettin Aslan'ın, ünlü mütefekkir ve edebiyat tarihçisi-eleştirmeni Cemil Meriç (1917-1987) ile yaptığı röportaj.
   

H.Aslan:
Üstadım, izninizle, sorularıma, hayat konusundaki görüşlerinizi alarak başlamak istiyorum. Şimdi hatırlayamadığım bir yerde "Hayat" der Levi Strauss, "bir bunalımlar serisidir". Onu, yani hayatı, Allah katında bir imtihan olarak niteleyenler de var, tabiî ayıklama kanunuyla açıklayanlar da. Sizce nedir hayatın anlamı?

Cemil Meriç: Hugo'nun bir sözünü not etmiştim. "Hayat mezarların çözdüğü dolaşık bir yumaktır" diyordu. Buna mukabil şöyle söyler Neyzen Tevfik: "Çözemez kimse bu dünya denilen kördüğümü/ Yaratan ..... bilir ancak onun içyüzünü/ Bir delikten çıkarak bir deliğe girmekteyiz/ Önü zulmet, sonu zulmet, ..mişim gündüzünü." Bu sözlerin hiçbiri mutlak olarak ele alınmamalı elbette. Hayyam, "Efsane söylediler uykuya daldılar" diyor. Hepimizin söylediği bir efsane var. Hepimiz bir efsane söyleyip uykuya dalıyoruz. Bu, suale sualle cevap vermek. Bu suale cevap verilmez. Zor sualler bunlar. Münker Nekir sualleri gibi. Bir şairde mutlak hakikat aramak yanlış. Şair sözü... İlham var. Sokrat, bütün düşüncelerinin demon'dan geldiğini söyler. "Benim bir demon'um var, beni o konuşturuyor" derdi. Herkesin bir demon'u var. Yukarıdaki mısraları böyle anlamalıyız. Belli anlarda doğar şairin içine bunlar, bazen bir şimşek pırıltısı gelir, aydınlatır insanı. İnsan aydınlandığını zanneder. Şimşek pırıltısı geçtiğinde daha koyu bir karanlığın içinde kalır insan.

H.Aslan: Ölüm hakkında ne düşünüyorsunuz? Ölümün sizdeki tedaileri nedir? Benim aklıma Camus geliyor. O, "Bu dünyada her şeyden ölüm akıyor; duvarlardan, gazetelerden ve insanların yüzlerinden" diyordu Başkaldıran İnsan adlı kitabında. İslamiyet, 'Ölüm, insanın canını Rabbi'ne emanet etmesidir' diyor.

Cemil Meriç: Ölüm, ister istemez karşılaşacağımız bir sual işareti! Ziya Paşa'nın dediği gibi "Halledemedi bu lügazın sırrını / Bin kafile geçti ulemâdan, füzelâdan."

H.Aslan: Ölümden korkar mısınız?

Cemil Meriç: Aksini söyleyemem. Somutlaştırarak anlatmak mümkün değil. Mahiyeti meçhul bir korku. Aslında bu sorular, benim bütün hayatım boyunca kendime sorduğum sorular. Hiç bir zaman cevap veremedim. Kimse verememiş.

H.Aslan: Ebediyet neden sümüklü böceğin izleri kadar aldatıcı olsun? "Senin türben kelimeler. Yuvarlanırken tırnaklarını kağıda geçirmek istiyorsun; kağıda, yani ebediyet. Zavallı çocuk, bilmiyorsun ki, ebediyet sümüklü böceğin izleri kadar aldatıcı."(Bu Ülke, syf.182) diyorsunuz. İnanmıyor musunuz ebediyete?

Cemil Meriç: Ebediyet diye bir şey yok yeryüzünde. Burada şöhret söz konusu. Bütün şöhretler yalandır! Ebediyeti şöhret manasına kullanıyorum. Napolyon mu, Marks mı?

H.Aslan: Kültürler, genellikle içlerinde yaşadıkları insanların bunalımlarını çözen kurumlar yaratmışlar. Gazali böyle bir meseleyle karşılaştığında tekkeye koşar; oysa Gökalp bunalımlarını çözmek için intihara başvurur. Mesele bir tercih meselesi. İnsanın fikrî ölçülerini değiştirmesi bence bu. Gökalp, Durkheim'ı yani modern düşünceyi tercih etti. Ben, sizin de aynı tercih problemiyle zaman zaman karşı karşıya olabileceğinizi düşünüyorum. Bu konuda bizi biraz aydınlatır mısınız? Aklıma gelmişken söyleyeyim, meselenin çağrışımları beni Tanpınar'a götürüyor. Ölmeden onbeş gün önce günlüğünde şu soruyu soruyor kendisine: "Tanrı'ya inanıyor muyum? Evet..."

Cemil Meriç: Ziya Gökalp, Gazali değildir. Gökalp minnacık bir adamdır. Elindeki imkanlarla başka çaresi yoktu. İster istemez intihar edecekti. İntihar kapıyı açmıyor. O da Mavi Sakal'ın Kırkıncı Odası'nı açıyor. Sık sık bu meseleyle ben de karşı karşıya geldim ama korkak olduğum için intihar edemedim. Bu büyük meçhul beni ürküttü. Ben düşünceyi bir bütün olarak ele alırım. Memleketten memlekete değişmez. Ziya Gökalp'le Gazali arasında mahiyet farkı var. Ziya Gökalp, Batı'nın sofra artıklarıyla geçinen bir zattır; onları atıştırır, zaman zaman da kusar. Peyami Safa'nın çektiği ruh çilesini çekmemiştir. Sahtekârdır. Her devirde dalkavukluk yapmıştır. Talat Paşa'ya ve İttihat Terakki'ye mesela. Tarihin şımarttığı bir adamdı.
Ben daima intihar düşüncesi içinde yaşadım. İntihar beni dâûssıla gibi takip etmiştir. Şimdiyse intihar bile edemeyecek haldeyim. Hayyam'ın dediği gibi, bir masal anlattık çağdaşlarımıza ve geçip gideceğiz. Noktalayacağız bir gün.
Tanrı sorusuna cevap veremem. Tanpınar bahtiyar bir adamdı. Bu soruya cevap vermiş. İnanıyorum da inanmıyorum da. Bunlar matematik birer realite değil ki. Zaman zaman inandım. Ama ne kadar inanıyorum, bilemiyorum. Eğer Tanrı olmazsa, hayat bir curcuna oluyor. İntihar tam bir hal çaresi oluyor o zaman. Camus'nun yaptığı da bu.(1) Sisyphos Efsanesi'nde söylediği gibi, ya inanacaksın ya intihar edeceksin. Üçüncü bir hal çaresi yok. Bunlar kaypak kavramlar. Kim ne kadar inanır bilinmez. Tanpınar benden aydınlık görüyor ve 'Evet' diyor. İnanıp inanmadığımı bilemiyorum. Müslümanım, müslüman bir çevrede doğdum. Ancak ne kadar inanıp inanmadığımın cevabını mahşer günü bilebileceğim.

H.Aslan: Cemil Meriç külliyatında el atılmayan düşünce devi yok gibi. İbn Haldun'la Marks; Cevdet Paşa'yla Weber; Cemalettin Efgani ile Ali Şeriati iç içe bu külliyatta. Yani idealizmle materyalizm, laiklikle din, doğu ile batı. Bence zorlu ve çetin bir yürüyüş bu. Eklektik bir düşünür; kendini parçalanmış, çatlamış aynalarda seyreden ve bunun verdiği acıyla kıvranan bir aydın diyebilir miyiz sizin için? Arkasından sözkonusu parçalanışınızın ülkemizle ilgili yanları sökün ediyor. "Benim trajedim şu birkaç satırda; sevebileceklerim(yani sosyalistler) dilsiz, dilimi konuşanlarla(yani sağcılarla) konuşacak lakırdım yok" -parantez içleri soruyu soranın- "Sağ okumuyor. Boşuna bağırıyorum. Sol diyalogdan kaçıyor." Nasıl oluyor da hem Büyük Doğu kadrosundan hem de Yön kadrosundan olabiliyorsunuz? Neden buna mecbur hissediyorsunuz kendinizi?

Cemil Meriç: Bu kelimeleri tarif etmeden kullanmak hata. Ben Türkiye'de gerçekten sosyalist olabileceğini sanmıyorum. Bir parça eklektiğim.(2) Her aydın bir parça eklektik olmak zorundadır. İnsan bütündür. Evet derseniz biter. Halbuki aydın olmak başka şey. Aydın olmanın insana yüklediği büyük sorumluluklar var. Bu sorumluluğun idraki başka, uygulama imkanı başka. Belki ben aydın olmanın sorumluluğunu idrak ediyorum ama icaplarına ne kadar uyuyorum bilemem.
İnsan çok meçhullü bir problemdir. Mesela dilimle Büyük Doğu'ya mensubum. İnançlarımın bir kısmıyla da öyle. Yön de bir tarafım benim.

H.Aslan: Yön'le paylaştıklarınız?

Cemil Meriç: Önce pozitivizm. Akla fazla önem verişim. Mesela Rıza Tevfik, Tevfik Fikret zaman zaman bir anlamda Yön'cüdürler. Bu problemde o kadar meçhul var ki... İnsanla ilgili hiç bir problem basit değil. Mesela Necip Fazıl'ı severim ama Doğan Avcıoğlu'nu sevmem.

H.Aslan: Geçmişte sosyalist olmanızla Yön arasında bir bağ kurulabilir mi?

Cemil Meriç: Ben hiç bir zaman sosyalist olmadım. Bilhassa materyalist hiç olmadım.

H.Aslan: "Kimim ben?" diye soruyorsunuz günlüğünüzde kendinize ve insanı kanser edecek ağırlıktaki bu soruyu şöyle cevaplandırıyorsunuz: "Hayatını Türk irfanına adayan münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi." Sene 1974. Türkiye gibi Ortadoğu'nun göbeğindeki bir ülkede, bu yamalı bohçada, bir düşünür için yukarıdaki cevabınız yeterli mi? Kimsiniz siz? Kimlik söz konusu olduğunda sorulacak bütün sorulara cevap verebilecek bir düşünür mü yoksa arafta bir yalnız mı?

Cemil Meriç: Arafta bir yalnızım.

H.Aslan: Umrandan Uygarlığa adlı kitabınızdaki müthiş makalenizi; Ruşen Eşref'in 'Diyorlar ki' adlı kitabını esas alarak yazdığınız 'Diyorlar ki' başlığını taşıyan yazınızı düşünüyorum. Elimden gelse herkese okurdum bu yazıyı. Benim çağdaşlarım, Gökalp'in bir Delf kâhinine benzediğini sizden öğrendiler. Peki ama hocam, orada sözünü ettiğiniz Türk aydınlarıyla sizin aranızdaki fark nedir? Bu ülkede Peygamber'den 'Muhammed' diye söz etmiyor musunuz? Bir batılının konuşma veya yazma biçimi bu. Hemen arkasından, İslamiyet’le ilgili olarak yazdığınız hepsi birer manifesto niteliğindeki yazılarınız geliyor aklıma. Çelişki bu. Büchner'in "Madde ve Kuvvet" adlı kitabının düşünce dünyanızı, bir anlamda kişiliğinizi en çok etkileyen kitaplardan biri olduğunu söylüyorsunuz. İslamiyet'in size açıklamadığı şey neydi de bu kitaba dört elle sarıldınız? Kaderiniz bence, kimlik bunalımlarını okudukları kitaplarda çözümleyen binlerce insanın -sağcı, solcu, idealist veya materyalist olmaları bir şey değiştirmez- kaderleriyle aynileşiyor. Okumakla olmak neden aynileşsin? Bir düşünceyi öğrenmek aynı zamanda bir yaşama biçimini öğrenmektir. Doğru. Ancak, o yaşama biçimini icra etmek değil. Pratik hayatta kendilerini yaşayabilmek imkanını sağlamıyor bize, okuduklarımız.

Cemil Meriç: Biraz fazla altını çizmişim "Madde ve Kuvvet"in. Sözün gelişi öyle yazmışım. Onsekiz yaşında bir insanı çarpar elbette. Bütün hayatımı etkileyen bir tesiri olmamıştır. Belli bir çağda etkilemiştir beni. Hayatıma şâmil değildir. Bulûğ çağında, ilk defa rastlanan güzel bir kadının insan üzerindeki etkisi bu. Ama babam için aynı şeyi söyleyemem. Babama okuttum, ruh dünyasında kötü akisler yaptı. Babam hacıydı ve mûtekit bir insandı. Üzerinde resim var diye eve gelen kibritlerin resimli kapaklarını yırtardı. Onun üzerinde tesirli oldu bu kitap, benim üzerimde değil. Evladım, kelimeler hiç bir şey ifade etmiyor, görüyorsunuz, yani hem yalan hem doğru bunlar.

H.Aslan: Günlüğünüzde yazdıklarınızla kitaplarınızda yer alan düşünceler arasında çelişkiler var. Russell, "Bir düşünce sistemi" der, "Eğer yüzde yüz tutarlıysa, o düşünce sistemi toptan tutarsızdır ya da ilmî değildir." Bu tespit, "Batı Felsefesi Tarihi"ndeydi. Sanırım. Çelişkileriniz son tahlilde normal olarak da kabul edilebilir. Kitaplarınızdan birinde, "Yobaza düşmanlık tarihe düşmanlık. Yobaz en güzel taraflarımızla biziz, biz." diyorsunuz. Eserlerinizde bu türden yüzlerce ifade gösterebilirim. Oysa günlüğünüzde, "Solun kadir na-şinas davranışı beni ister istemez gericilerin kucağına değil, yanına itti" şeklinde beyanlarınız var. Gericilik nedir, sağ nedir? Yeni Devir gazetesi hangi çizgidedir? Müslümanlık nedir ki böyle söylüyorsunuz?

Cemil Meriç: Yeni Devir pek ciddi bir intiba bırakmamıştır üzerimde. Mesela Cumhuriyet'te yazmayı tercih ederdim. Gerici benim. Sağ'a antipatim yok. Sağ mezarlık bekçisi. Eskinin devamını ister sağ. Halbuki hayatın kendisi daima yeniye müteveccihtir.

H.Aslan: Marksizme yaklaşımınız oldukça farklı, sizce yalnızca bir düşünme biçimi. Ortodoks marksizme ateş püskürüyor yazılarınız. Ortodoks olmayan marksist düşünürler ise daima tam not alıyor sizden; Rodinson, Schumpeter ve diğerleri... Ancak, yine de marksist düşünceyle bir çok şeyi paylaşıyorsunuz. Bunların başında düşünme biçiminiz var bence. Genç Cemil Meriç'ten olgun Cemil Meriç'e uzanan, çizgide değişmeden kalan tek unsur düşünme biçiminiz yani diyalektik yöntem. Bilgi problemine bakış açınız marksizmden izler taşıyor. Meraklı okuyucular, Mağaradakiler adlı kitabınızın 391., Umrandan Uygarlığa adlı kitabınızın 231-261. sayfalarına bakabilirler. Ayrıca, Kırk Ambar adlı eserinizde, Proudhon'u yazarken yaşadığınız iç hazzı geliyor aklıma.(3) Düşünürken ve yazarken, "Önce eylem vardı" diyorsunuz, diğer sosyalistler gibi. Önce eylem vardı; yani hayat vardı, maddi gerçeklik vardı. Bilginin kaynağının materyalist açıklaması bu. Modern bilimin bu ilkeye dayandığını kabul ediyorum. Doğru, bilimin nesnesi, araştırma nesnesi maddedir. Ama bu düşünce biçimi, İslamiyet, evet, kitaplarınızda sıkça vurguladığınız İslamiyet sözkonusu olduğunda çelişkilerden birini doğuruyor. Tehlikeli bu, İslamiyet açısından. Tehlikeli, çünkü vahyi dışarda bırakıyor. Bir şey daha var: 'Umrandan Uygarlığa'da(sf.366, dipnot), Marks'ı, Şerif Mardin'e karşı savunabiliyorsunuz.

Cemil Meriç: Hayır, bende değişmeden kalan diyalektik değildir; insan düşüncesine saygıdır. Ben insan düşüncesini İbn Haldun gibi ikiye ayırıyorum: İnşa ve haber. Haber'e olduğu gibi inanılır. İnşa ise yorum demektir ve tartışmaya açıktır. Marks da İbn Haldun ve Farabi gibi büyük düşünce adamlarından biridir. İmtiyazlı bir mevkii yoktur. O da bir insandır ve hataları vardır. Düşünen bir adamdır. Bilhassa polemik içinde ve düşmanlarıyla savaşarak düşünen bir adamdır. Düşünen hiç bir insan tarafsız olamaz. Marks'ın da hataları vardır. Proudhon'u, Saint-Simon'u, Marks'tan daha çok severim. Sert, dövüşken, haşin bir adamdır Marks. Musevi asıllıdır ve bunun düşüncelerine büyük etkisi vardır.

H.Aslan: "Otobiyografileri hep şüpheyle karşılarım. En masumları, ihtiyar nazeninler gibi aşırı bir tuvaletle çıkar tarih karşısına. Talleyrand doğru söylüyor galiba: Dilin görevi hakikati gizlemektir."(Bu Ülke, syf.197) Sizin otobiyografiniz için de geçerli mi aynı şey?

Cemil Meriç: Benimki için geçerli değil. Çünkü hiç bir siyasi hareket içinde bulunmadım. Ailem ve çocuklarım için de öyle. İlmî namusumu az çok muhafaza etmişimdir. Talleyrand bir politikacıydı. Tarihin en namussuz, en zeki adamlarından biridir. Talleyrand yükselmek istiyordu. Politikanın dili gizliliktir. Benim yükselmek gibi bir amacım olmadı.

H.Aslan: Mülkiyet karşısındaki tavrınız nedir? Daha önceki bir konuşmanızda, "Ben Müslüman sosyalistim" demiştiniz. Bu sözünüz bana gençliğinizin Tarık Mümtaz'ını hatırlatıyor. Onun 'İslamî Sosyalizme Doğru' adlı bir risalesini okuduğunuzu belirtiyorsunuz.(Bu Ülke, Beşinci Baskı, sf.29) Müslüman sosyalizmi pek itibar görmüyor bugün Türkiye'de.

Cemil Meriç: Sosyalizm Türkiye'de yaşamak için İslamî bir veçheye bürünmek zorundadır. Mülkiyet konusunda Saint-Simon gibi düşünüyorum. Mülkiyet daima tahdit edilmelidir. Topluma faydalı olduğu sürece yararlıdır. Yani herkes kendi zevki için tüketim yapamaz. Mülkiyet toplumundur. Onda, bizden önce gelenlerin de, bizden sonra geleceklerin de hakkı vardır.(4) İslamiyet de sosyalizm gibi düşüncede bir devrimdir.

H.Aslan: Stendhal eline kalemi alır, ilham gelmesini beklermiş yazarken. Siz nasıl yazarsınız?

Cemil Meriç: Özel bir merasime tâbi değildir. İlham da beklemem.

H.Aslan: En belirgin özelliklerinizden biri, dil konusundaki hassasiyetiniz değil mi?

Cemil Meriç: Bir yazar olarak dili muhafaza etmeye çalışırım. Bu konuda titizim. Hayatımın manası bu.

H.Aslan: Türk Sağ'ına ve Türk Sol'una tavsiyeleriniz nelerdir?

Cemil Meriç: Türkiye'de sol'un sağlaşması, sağ'ın sollaşması gerekir. Sağla sol arasında büyük bir fark yoktur. Gurur dargınlıkları ve benzeri şeylerden doğan ayrılıklar. Birbirlerine yaklaşmalıdırlar.

H.Aslan: Ama bugün bunun tam tersi ortaya çıkıyor.

Cemil Meriç: Ben bu kutuplaşmaya karşıyım. Kutuplaşma yobazlıktır.

H.Aslan: Üslubunuz efendim?

Cemil Meriç: Üslubum kendimdir. Benliğim, bütün hüviyetimdir. Yazdıklarım kadar yazış biçimim de önemlidir.

H.Aslan: Şiirin tornasından geçmiş bir düşünürün üslubu diyebilir miyiz?

Cemil Meriç: Yıllarca şiir yazdım.

H.Aslan: Cemil Meriç, Türk nesrine Fransız sentaksını getirdi, deniyor, doğru mu bu sizce?

Cemil Meriç: Olabilir. Fransızca'yla o kadar çok temasım oldu ki... Ben farkına varmadan bir etkisi olmuş olabilir Fransızca'nın. Edebiyata tercümeyle geçtim. Bir şuuraltı tesir.

H.Aslan: Yazılarınızı başka birine dikte ettiriyorsunuz. Konuşuyorsunuz, yazılıyor. Yazılarınızda konuşma cümleleri ağırlıkta. Dikte ettirmenizden mi geliyor bu özellik?

Cemil Meriç: Üslubum, kendim yazıyorken de, yani gözlerimin kapanmasından önce de böyleydi. Sanmıyorum.

H.Aslan: Üstadım, şiiri neden bıraktınız?

Cemil Meriç: Sevdiğim şairler vardı. Pınarbaşları tutulmuştu. Onlardan daha büyük olamayacağımı hissettim. Nazım, Yahya Kemal, Necip Fazıl. Halbuki, nesirde bana rakip olabilecek bir zirve yoktu.

H.Aslan: Aşka inanıyor musunuz?

Cemil Meriç: Elbette. İnsanlar arasındaki biricik insani his, aşk. İnsanı insan yapan aşktır.

H.Aslan: Kadınlara bakış açınız nedir?

Cemil Meriç: Büyük bir saygı ve sonsuz bir sevgi. Kadın erkekten daha yüksektir bana göre. Erkek kadın eşitliği yoktur. Vazife taksimi vardır. Kadın vazifeleriyle üstündür. Fedakârlığıyla, sadakatiyle. Hayatımdaki önemli varlıklardan biri kadın, diğeri kitap.

H.Aslan: "Bir kadınla yemeğe mi çıkıyorsunuz" der Nietsche, "Sakın kırbacınızı yanınıza almayı ihmal etmeyin."

Cemil Meriç: Budala. "İnsanın tanrı olmadığının tek belgesi göbekaltıdır" diyor bir yerde de. Küçüklük duygusundan ileri geliyor onun bu özelliği. Kadın bahsinde hiç bir zaman tatmin olmamıştır. Davet edildiği düğünde, geline evlenme teklif eder. Salaktı hazret. Dâhi bir salak. Tam bir erkek değildi çünkü tam bir insan değildi. Farkında olmadığı bir zaafı vardı kadına. Delirdi zaten.

H.Aslan: Kadınlar bahsinde hayatınızdaki en büyük yeri işgal eden kadın kimdir efendim?

Cemil Meriç: Ölenlerden karım Fevziye, yaşayanlardan Lamia. Karımı çok severim. Kırk yılın üzerinde bir beraberliğimiz oldu onunla. Fevziye tam bir aile kadını, mükemmel bir anneydi. Daima rahmetle anarım. Sakin bir zevceydi. Roma'yı Roma yapan asil ve büyük kadınlardan biriydi. Menteşoğulları boyundandı.

H.Aslan: Lamia Hanım'dan sözeder misiniz?

Cemil Meriç: Son derece sevdiğim ve son derece saydığım müstesna bir insandır. İnsanlar arasındaki yerini bulamamıştır. Talihsiz bir izdivaç yaptı. Hz.Ebubekir soyundan geliyor. Son derece fedakârdır. Hastalığımda bana gösterdiği şefkat emsalsizdir. İnsanlığın yüzünü ağartan bir fedakârlık. Mükemmel bir hocadır. Hayatımın en mükemmel arkadaşı. Talihim benim. Karım öldükten sonra onun yerini ancak Lamia Hanım doldurabilirdi. İngilizce öğrenimine dört yaşında başlamıştır. Ana mektebini ve Arnavutköy Kız Koleji'ni birincilikle bitirmiştir. Hasan Âli Yücel döneminde başarılı öğrencilerin diplomalarını Roosevelt imzalardı. Diplomasında Roosevelt ve Hasan Âli'nin imzaları var. Çok mükemmel bir İngilizce hocasıdır Lamia. Tanpınar'ın öğrencisidir. Reşat Nuri ile akrabadırlar.

H.Aslan: Kızınız efendim?

Cemil Meriç: Kızım mükemmel ve emsalsiz bir evlattır. Talihim bu. Bedbahtlık içinde bahtiyarım.

H.Aslan: Ne tür müzikten hoşlanıyorsunuz?

Cemil Meriç: Umumiyetle alaturkayı severim. Sevdiğim bir insanla dinlemeliyim müziği. Sevdiğim insanla birlikte dinlediğim müziği severim. İster otobüs müziği olsun ister klasik. Farketmez. Türkülere özel bir zaafım yok. Ama sevdiğim türküler de var.

H.Aslan: Hangileri mesela?

Cemil Meriç: Şu anda sıralayamam.

H.Aslan: Şiiri bırakışınızın tarihini hatırlıyor musunuz?

Cemil Meriç: Acaba bıraktım mı? Söyleyemem ki bunu. Nesri şiir haline getirmeye çalıştım.

H.Aslan: Büyük yazar olmak için sizin hayat çizginize benzer bir yolu katetmek gerekir mi?

Cemil Meriç: Gerekir. Acılar insan ruhunu biliyor. Acı çekmeyen, insan olamaz.

H.Aslan: Sizin için demokrat diyebilir miyiz?

Cemil Meriç: Elbette evladım. Gerçek bir demokratım. Liberal ve demokratım.

H.Aslan: Yazılarınızdan birinde "Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bir ülkede" yaşadığımızdan söz ediyorsunuz.

Cemil Meriç: Evet. En kötü yanımız müsamahakâr olamayışımız. Herhalde Moğollar'dan kalma bize.

H.Aslan: Liberal terimini hürriyet anlamında mı kullanıyorsunuz?

Cemil Meriç: Evet.

H.Aslan: Aydınlarımız konusunda söyleyecekleriniz var mı efendim?

Cemil Meriç: Bu konuda söyleyeceğimi söyledim galiba. Türkiye'de aydın yoktur. Çünkü mesuliyet yoktur. Taşıma suyla değirmen döndürüyoruz.

H.Aslan: Bir denemenizde kitapları kadınlara benzetiyorsunuz. Neden başka bir varlığa değil de kadına?

Cemil Meriç: Hayatımda iki önemli varlık var: Kadın ve kitap. İkisi de insan. Yani bunları teke irca edebiliriz. Kadın da insan kitap da insan.

H.Aslan: "Her kitapta kendimizi okuruz, kendimizle yatarız her kadında" diyorsunuz. Neden kendimizle yatarız her kadında?

Cemil Meriç: Kadınla bir parça bize yakın olduğu ve bizi sevdiği için yatarız. Hayvanlar çiftleşir; insanlar birleşir, tekleşir. Her insanda binlerce insan vardır. Kadın ve erkeğin bir araya gelmesinde, bu binlerce insandan yalnızca birer tanesi birbiriyle kaynaşır ve anlaşır. Aynileşirler.

H.Aslan: Kitabı kadına benzeten başka bir düşünür hatırlıyor musunuz?

Cemil Meriç: Hatırlamıyorum.

H.Aslan: "Bana okuduğunuz kitapların en güzelinin hangisi olduğunu soruyorsunuz, söyleyeyim: Annemdir" der Abraham Lincoln. Annenizden hatırınızda kalanlar neler?

Cemil Meriç: Muhterem bir hanımdı annem. Babamla akrabaydılar. Babamın dedesi Dimetoka müftüsüydü. Benim soyadım aslında Hocazâde'dir. Soyadı Kanunu'yla değiştirildi. Bu soyadı Hafız İdris Efendi'den geliyor. İlk mektebi bitirmişti annem. Çok zengin bir masal dünyası vardı ve masallar anlatırdı bana. Hassas bir kadındı. Bende de var aynı hassasiyet ve bu, annemin bendeki etkisidir.

H.Aslan: Zaaflarım diyebileceğiniz özellikleriniz neler efendim?

Cemil Meriç: Çok. Baştan aşağı zaafım. Lüzumundan fazla hassasım. Çabuk kızarım, çabuk darılırım, çabuk sevinirim. Okumaya düşkünüm. Her insan gibi, belli bir ölçü içinde kadınlara zaafım var. Beş kardeşiz. Ailenin yaşayan tek erkek evladı benim. Bu yüzden biraz şımarık büyümüşüm.

H.Aslan: Sevdiğiniz yemekler neler?

Cemil Meriç: Lamia'nın pişirdiği yemeklerin hepsini severim. Bilhassa bulgur ve etle yapılan yemekleri. Bütün yemeklerini severim Lamia'nın. Ümit'in pişirdiklerini de severim.

H.Aslan: Sigarayla aranız nasıl?

Cemil Meriç: On yedi yaşımdan bu yana sigara içerdim. Günde üç paket. Sonra bıraktım. Lamia'nın yüzünden tekrar başladım. En son olarak da hastalanınca bıraktım. Şimdi içmiyorum.

H.Aslan: Lamia Hanım yüzünden?

Cemil Meriç: O içiyordu çünkü.

H.Aslan: Şu anda seyahat etme imkanınız olsaydı hangi ülkede olmak isterdiniz?

Cemil Meriç: Fransa'da.

H.Aslan: Neden Fransa'da?

Cemil Meriç: En çok Fransız kültürüyle temas halinde oldum. İnsanlarını severim. Altmış küsur yıldır Fransızca'yla uğraşıyorum. Lamia'yla O'nun memleketi olan Şam'a da gitmek isterdim mesela.

H.Aslan: Kitaplarınıza çocuklarınız hissiyle baktığınız oluyor mu?

Cemil Meriç: Fazlasıyla elbette. Onlar da çocuğum. Kafamın gönlümün çocukları.

H.Aslan: Kitaplarınız arasında tercih yapabilir misiniz?

Cemil Meriç: Yapamam. Ancak "Hind Edebiyatı"nı çok severim. Sonradan "Bir Dünyanın Eşiğinde" adıyla basıldı. "Bu Ülke"yi de severim. Düşüncelerim tohum halinde "Bu Ülke"dedir. Hayatımın bütün tecrübesi...

H.Aslan: Yeni bir çalışmanız var mı?

Cemil Meriç: Evet. Yeni bir kitap hazırlıyorum. "Umrandan Uygarlığa"nın tersi, "Kültürden Irfana" olacak adı. "Umrandan Uygarlığa", geçmişten bugüne idi, yeni kitabım bugünden geçmişe. İrfan biziz, kültür Avrupa. Batı'dan Doğu'ya gibi bir şey.

H.Aslan: Benim sormadığım, sizin söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Cemil Meriç: Her cevap noksan. Cevaplamak ayıklamaktır. İnsanlara verebileceğim mesaj bu.

Hakan Ulaş'ın notu:

1- 1960 yılında bir otomobil kazasında ölen Albert Camus'nun intihar ettiğine inanılır.

2- Eklektizm: Felsefede; uyuşabilir tezleri toplayıp uyuşamayanlarını bir yana bırakma eğilimini, edebiyatta ise birbirine aykırı çeşitleri bağdaştıran geniş sınırlı zevki ifade eder.

3- Cemil Meriç, başka bir yerde "O'nsuz bir sosyalizm hatta O'nsuz bir Batı düşüncesi tasavvur edilemez" diye andığı -anarşizmin babası sayılan- Pierre Joseph Proudhon için "Bir Facianın Hikâyesi" kitabında da şöyle yazar:
"Proudhon çağımızın en büyük düşünce adamlarından biri. Ülkemizde sol, bu dürüst ve samimi insana kulaktan düşmandır. Kiliseleşen sosyalizmin hür tefekküre tahammülü yoktur. Ülkemizde sağ, önyargıların kalın duvarları arkasında hep aynı teraneleri tekrarlar. Oysa Proudhon aydınlığa koşan her insan için değerli bir kılavuzdur. Proudhon'un temsil ettiği anarşizm, Batının bütün doktrinleri içinde İslamiyet'e en yakın olan felsefedir. İslamiyet de bir nomokrasi(kanun hâkimiyeti) dir, anarşizm de. Yalnız, anarşizm için nomos(kanun) mâşeri akıldır; İslamiyet için vahiy yani ilâhi şeriat. Proudhon, emekten doğmayan her kazancı mahkum eder. Faiz bir sömürü aracıdır, üstada göre. Gerçek sosyalizmi, gerçek demokrasiyi bütün buutları ile tanımak isteyenler kilisenin afarozuna uğramış bu yavuz ve samimi yol göstericiyi tanımak zorundadır."

4- "Mülkiyet Nedir?" kitabıyla ünlenen Proudhon'un bu konudaki görüşüne bakalım:

"Kölecilik nedir? sorusuna cevap vermek durumunda kalsaydım ve tek kelimeyle: Cinayettir... deseydim, insandan düşüncesini, iradesini, kişiliğini çekip alabilme gücünün ölümüne bir erk olduğunu ve bir insanı köle haline getirmenin onu öldürmekten farksız olduğunu ispatlamak için uzun boylu konuşmaya ihtiyaç kalmaksızın anlaşılırdı düşüncem. Peki ama: Mülkiyet nedir? sorusuna niye aynı şekilde, yani bu ikinci sorunun aslında birincinin değişik bir biçiminden başka bir şey olmadığını hemen anlatabilmekten emin olarak; Hırsızlıktır... cevabını veremiyorum?... Ne emeğin, ne mülkleştirmenin ve ne de yasanın mülkiyeti yaratamayacağını; dolayısıyla da mülkiyetin nedensiz bir sonuç olduğunu iddia ediyorum. Niçin kınanacakmışım bundan dolayı?
Mülkiyet hırsızlıktır!... Işte devrimlerin giriş kapısı..."

Çevrimdışı musalli

  • Yeni Üye
  • *
  • İleti: 4058
Cemil Meriç
« Yanıtla #6 : Ocak 29, 2009, 08:40:04 ÖS »
Okudugum kıtaplarının bazılarında,yazarını bılmeden okunulsa bıle o kıtabın Sayın Merıc'e aıt oldugu net olarak anlasılıyor..Iste fark bu dedırtıyor.Cok az sayıdakı kıtaplarında bazen bunu yakalayamadıgını gordum..Fakat; Cemıl Merıc guclu bır kalem ve kesınlıkle okunması gerekıyor..Faydalı paylasımın ıcın tesekkur ederım.

Çevrimdışı stalker

  • Grupsuz
  • *
  • İleti: 1986
  • Cinsiyet: Bay
Cemil Meriç
« Yanıtla #7 : Ocak 30, 2009, 09:22:35 ÖS »

Cemil Meriç her kesimden ve görüşten insanın takdirini kazanmış ender bir entelektüeldir.Kendine has uslubu kendini belli ediyor senin de belirttiğin gibi.Her ne kadar takdir edilse ve diğerlerinden bir adım önde gibi görünse de, yinede değeri bilinmeyen bir çok aydın gibi kendisinin de değeri tam manasıyla  anlaşılamamıştır.
Görüşlerine kartılıyorum, kesinlikle okunması gerekiyor bence de.
Değerli görüşlerini paylaştığın için teşekkkür ederim.
« Son Düzenleme: Ocak 30, 2009, 09:23:16 ÖS Gönderen: stalker »

Çevrimdışı stalker

  • Grupsuz
  • *
  • İleti: 1986
  • Cinsiyet: Bay
Cemil Meriç
« Yanıtla #8 : Temmuz 14, 2009, 12:32:51 ÖÖ »
Cemil Meriç'i Anlamak


Cumhuriyet sonrası Türk düşünce ve edebiyat hayatı açısından önemli köşe taşları vardır. İdeolojisi ne olursa olsun, bu insanları okumayan herhangi bir kişi, entelektüel olamaz; hatta donanımlı bir akademisyen bile olamaz. Çünkü bu coğrafyanın kültürel birikimi bu insanlarda kristalize olmaktadır ve dolayısıyla onlar anlaşılmadan Anadolu’nun zaman ve mekân tasavvuru geliştirilemez. Bu isimlerden biri de Cemil Meriç’tir.

Sezai Karakoç, “Batı Şiirlerinden Çeviriler” isimli eserinde, “Bizim işimiz bir kibrit çakmak; dünyayı yakmak için değil, dünyayı ışıtacak meşaleyi tutuşturmaya kendi çapımızda yardımcı olmak için.” (s. 9) demektedir.

Meriç’in, insanı ve dünyayı aydınlatacak meşaleyi tutuşturmak için ıstırap içerisinde yaşadığını söylemeliyiz. Ancak insanı ve dünyayı aydınlatmaya çalışırken, kâinatı da aydınlatabilmiş midir diye de sormalıyız.

Osmanlı’nın çöküşü ve Cumhuriyet’in kuruluş yılları Anadolu için en kırılgan bir zaman dilimidir ve bu kırılganlığın dalgaları günümüze kadar da gelmektedir. Bildiğiniz gibi Osmanlı bir dünya devleti idi. Dolayısıyla böyle bir devletin boyutlarının derinliğini en çok düşünürler hissedebiliyordu. Bir yanda Osmanlı’nın tarihi misyonu ve gerçekliği, diğer yanda Cumhuriyet’in idealleri vardı… Aydınlarımız bu ikilemi sürekli yaşamışlardır. Ayrıca ikilem bu coğrafya ile sınırlı değil, aynı zamanda Doğu-Batı ve Ortadoğu İslâm Dünyası arasında da devam etmekteydi.

Mehmet Ali Kılıçbay’ın fikir çevresi tarafından yayınlanan Doğu Batı Dergisi’nin Mayıs-Temmuz 2000 tarihli 11. sayısının kapağında Türk düşünce serüveninin “Âraftakiler”den oluştuğu vurgulanmıştı. Kimdir bunlar?

Başta Ahmet Hamdi Tanpınar, Kemal Tahir, İdris Küçükömer, Mehmet Ali Aybar, Hasan Âli Yücel, Peyami Safa, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Oğuz Atay, Erol Güngör gibi kişilerdi. Ben Yahya Kemal’i de bu listeye eklemek isterim.

Cemil Meriç, üç tip insandan bahseder: Hayvan insan, dramatik insan, ideal insan. İşte dramatik insan, ârafta kalan insandır; ilahiyat terimiyle söylersek havas olan insandır. İnsan zihnin idrakiyle bir noktaya kadar yükselir, ama aşması gereken bir eşiği aşamazsa geriye doğru da gidemeyeceğinden dramatikleşmeye başlar. Dramatik insan ancak kalbin idrakini devreye sokabilirse işte o zaman büyük bir sıçrama yapabilir ve kalbin aşk enerjisiyle dünya ötesi kâinat içerisinde sonsuzluğa ulaşabilir.

Yukarıda saydığımız isimlerden Nurettin Topçu bu sıçramayı yapabilmiştir. Nasıl? Abdülaziz Bekkine’yi bularak… Çünkü kalbin anahtarının sahibini bulmak lazımdır. Necip Fazıl ârafta kabul edilmez ama o da Abdülhakim Arvasi’yi bulduktan sonra istikrara ve dinginliğe kavuşmuştur. Cemil Meriç de bu anlamda arayış içerisinde olmuştur; Mevlâna Hazretleri ve Bediüzzaman Said Nursî’den övgüyle bahsetmiştir, Kenan Rifâî’nin aşk perspektifinden etkilendiğini günlüğüne yansıtmıştır, ama bildiğimiz kadarıyla maalesef ya bulamamış veya bağlanamamıştır. Çok çok daha güçlü projeksiyonları olan bir Cemil Meriç ile karşı karşıya kalabilirdik.

Meriç’in perspektifi daha çok ontolojiktir, varoluşsaldır. Varlığı idrak etmek istemektedir ve var olanları uyarmaktadır. Ama kozmolojik ve kısmen de epistemolojik zeminin zayıflığı onun çilesini artırmıştır.

Düşünürler, edebiyatçılar, irfan sahibi insanlar, insan için üç temel önermeyi vurgularlar:

1)      İnsan bir yolcudur.

2)      İçimizdeki asil insanlarda çilekeşliğin bir sonucu olarak saflık ve iç mükemmeliyeti ihtiyacı ve buna bağlı olarak kendi öz ahlâkî güzelliğin dinmez susayışı vardır.

3)      İnsan her zaman âşıktır.

Doğu, Batı veya İslam klasikleri olsun, hemen hemen bütün klasik eserlerde bu üç temayı görebiliriz. Mesela Dante’nin İlahi Komedya’sının bu üç tema etrafında geliştiğini söyleyebilirim.

Cemil Meriç’te insan yolcudur; mükemmeliyeti arar; “idealar âlemindeki kadın” dediği Lamia Hanım’a âşıktır ama ona göre insan her zaman âşık değildir.

Meriç’in dramatik yönüne biraz da psikoloji penceresinden bakmak isterim:

Balkan Savaşları sırasında anne ve babası Dimetoka’dan Hatay’ın Reyhanlı bölgesine göç ediyorlar. Bu göç psikolojisi anne ve babasında psikolojik hasarlara neden oluyor ve bu etki Meriç’e olumsuz bir miras olarak kalıyor. Meriç, babasında şizofrenik belirtilerden bahseder. Annesi ise yaşadığı yıkıcı göçlerin etkisiyle kocasına ve oğluna karşı sevgisiz ve ilgisiz kalmıştır. Böylece göç travması nedeniyle genetik hasar ve hasta anne faktörüyle çevresel hasar ile karşı karşıyadır Meriç. Eğer anne yetersiz ise, sevgi yatırımı sonuçsuz kalır ve çocuğun kendine verdiği değerde de bir azalma yaşanır. Bu azalma Meriç’in patolojik narsizminin bir nedenidir. (Murat Beyazyüz’ün “C. Meriç’in Psikolojisi” isimli eser incelenebilir.)

Meriç kendisi için cesaretle şöyle der: “Yaralandım, yaralandım, yaralandım. Ben ezeli bir mağdurum. Başka bir ülkede doğmalıydım. Başka bir ülkede veya başka bir çağda, en iyisi hiç doğmamalıydım. Anlaşılmadım, Anlaşılmadım, Anlaşılmadım. Hiçbir kavgam zaferle taçlanmadı.” (Jurnal, II/289) Başka bir yerde de, “Hayatını Türk irfanına adayan münzevi ve mütecessis bir fikir işçisidir, sürekli ezilmiştir, horlanmıştır, aslında büyük bir teorisyen olacaktır; ama buna izin verilmemiştir.” Meriç’in bu sözleri doğruluk payı taşımaktadır; eziyetli bir çocukluk ve yetişkinlik dönemi geçirmiştir ve gerçekten büyük bir yetenek olduğu halde fırsat yoksulu yaşamı olmuştur.

Cemil Meriç’i önemli kılan unsurlar nelerdir? Türk Düşüncesi’nde niçin önemlidir veya niçin zaman geçtikçe daha çok okunmaktadır?

Bu soruların cevabını kendisinin şu sözünde bulabiliriz:

“Heykel kadar kuvvetli, Eyüp kadar sabırlıyım.”

Kuvvetli ve sabırlı olması dolayısıyla Meriç, düşüncesinde son derece dürüst ve cesurdur. Samimiyetini nereden anlayabiliriz: Jurnal’inde kendisini jurnallemesinden…

Çok renkli düşüncesinin bir prizmadan geçebilmesini arzulamıştır. Bu arzusu yeterince gerçekleşememiş olsa da Meriç, Türk düşünce hayatımızın gökkuşağıdır.

Meriç’i tanıyabilmek için tavırlarını bazı isimlerle karşılaştırabiliriz: “Üslubuyla Sinan Paşa, tecessüsü ile Ahmed Mithat, ıstırabıyla Ahmet Haşim ve Peyami Safa, inanmışlığıyla Mehmet Akif, mağrur öfkesiyle Necip Fazıl, şüpheciliğiyle Beşir Fuat, tezatlarıyla Abdullah Cevdet, âsiliğiyle Nazım Hikmet, çığlığı ve iradesiyle Bediüzzaman Said Nursi, huzursuzluğu ile Tanpınar, namusluluğuyla Kemal Tahir, zaafları ve hayal kırıklığıyla Celal Sıla’ydı.” (Faruk Deniz, Anlayış, sy. 50, s. 83)

Meriç, Batı’nın dışa dönük şiddet yüklü aktif pratiklerine karşın, Doğu’nun içe dönük pasif pratiklerini tercih etmektedir. Doğu edebiyatıyla da bunun için ilgilenmiştir. Doğudan kalkıp batıya giden, tekrar doğuya dönebilen, kültürden irfana seyreden, uygarlıktan umrana dönebilen Meriç, Türk düşünce tarihinin önemli bir köşe taşıdır. O hakikat arayışını Mezopotamya Bölgesi olarak İslâm Medeniyeti’nde sürdürmüştür.

Doğu fikrinin de etkisiyle, münzevi bir insan, kalp ve vicdan adamıydı. Ve önemli bir özelliği de, cesaretle yalın olmaya çalışmasıydı.

Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Devam ederken değişmeyi, Değişirken devam etmeyi bilmeliyiz” ifadesini en doğru yaşayan kişiydi Meriç. Bundan dolayı da, Muhammed İkbâl’in “Ölüm güç, lakin hayat daha güç” dediği gibi, onun hayatı çileli olmuştur.

Meriç’in medeniyet perspektifi hakkında şunları söyleyebiliriz:

Cemil Meriç, şehirli asil bir insandı; dolayısıyla hayatında sürekli medeniyet zemini arayışı olmuştur. O medeniyetin temelinin dine dayandığını vurgulamış ve bundan dolayı da kendisini İslâm Medeniyeti’ne ait saymıştır.

Bu hassasiyetinden hareketle çağdaşları olan aydınlar için, "Bizim aydınımız din düşmanı değil, İslam düşmanı." demiştir. Ve yine onun ifadesine göre, "Gerçek bir insan olmak, gerçek bir Müslüman olmaktır."

Onda "İslam; Sinan’da kubbe, Baki’de şiir, Itri’de beste olarak görülmüştür." Ben bu bakış açısının Yahya Kemal’le paralel olduğunu düşünüyorum. Bugün de bu bakışı belirli ölçülerde Hilmi Yavuz’da görebiliriz.

Meriç, romanın Batı uygarlığına ait olduğunu söylerken de aynı perspektifini ortaya koyar ve “bizim romanımız Mesnevi'dir” der. Bu bakış açısından hareketle, bazı edebiyat eleştirmenlerinin “Türk romanının gelişmesini biraz da Cemil Meriç öldürdü.” yargısına katılmak mümkün değildir.

Cemil Meriç’in “Batı’nın kırıntıları ile adam oldu” tanımlamasıyla Ziya Gökalp eleştirisi bile, kendi medeniyet perspektifinden dolayıdır.

Meriç, medeniyetin sadece bir unsuru ile uğraşırsak bu unsurun zamanla marjinalleşeceğini söyler. Oysa medeniyetimizi tüm unsurları ile savunmalıyız. Bu görüşünden hareketle, Edward Said’den daha şiddetli vurguyla, oryantalizmin “sömürgeciliğin keşif kolu” olduğunu söyler ve oryantalistlere karşı kültür ve medeniyet kalkanını kuşanır.

Kızı Ümit Meriç’in ifadesiyle Meriç, “İlim Çin’de de olsa arayınız” emrine uyan, Fransız düşüncesinden Hint Felsefesine, Rus romanından İran şiirine kadar dolaşmış,  kendi ülkesinin irfanında karar kılmıştır. Yine Ümit Meriç’e göre Cemil Meriç, az gelişmişlik yaftasını Osmanlı’nın göğsüne yapıştıran Avrupa’ya ciddi bir isyandır.

 

Murat Belge’nin Türkiye’de tornadan çıkmayı reddeden bir kişi olarak nitelediği Cemil Meriç inancıyla, duygularıyla, hatalarıyla, sevaplarıyla bir insandır. “İnanıp inanmadığımı bilemiyorum. Müslümanım, Müslüman bir çevrede doğdum. Ancak ne kadar inanıp inanmadığımın cevabını mahşer günü bileceğim.”�diyen düşünürün vefat öncesi koridorda yankılanan son sözleri, “Allah, Allah, Allah�ve Muhammed sevgilimdir” olmuştur.

 

Yazımı, Jurnal’de yer alan “Yapraklar” başlığından bir alıntıyla bitirmek istiyorum:

“Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın, daha doğrusu bir ülkenin, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak isterdim, kelimeden, sevgiden bir köprü. Sanat düşüncenin, düşünce mukaddeslerin emrinde olmalı. Hakikat, mukaddeslerin mukaddesi… Hakikat ve sevgi.






Hafızasını kaybeden bu zavallı nesilleri biz mahvettik, bu cinayet hepimizin eseri, hepimizin yanı aydınların.

Amacım: Yazarı okuyucudan ayıran bütün engelleri yıkmak, sesimi bütün hiziplere duyurmak. Şuurun, tarihin, ilmin sesini… Öyle bir ifade yaratmak istiyorum ki, Türk insanının uyuşan şuuruna bir alev mızrak gibi saplansın. Sanatla düşünceyi kaynaştıran İsrafil'in suru kadar heybetli bir dil.

Türk İslam Medeniyeti ahlaka, feragate dayanan bir medeniyettir. Gerçekleştirdiği değerler edebiyattan da, felsefeden de, ilimden de muazzez. Ben bu mazlum medeniyetin sesi olmak istiyorum. Korumak istediğim şaheser: insanın kendisi. Tarihine vecdle eğildiğim bu büyük, bu gerçek, bu mert insanı Osmanlı yaratmış ve yaşatmış. Kendini tanımak irfanın ilk merhalesi.

Düşünenin görevi insanından kopan, tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşada çalışmak: Kızmadan, usanmadan irşat. Gerçek sanat ayırmaz, birleştirir.”


Ahmet Albayrak

Çevrimdışı CaSaMpY

  • Yeni Üye
  • *
  • İleti: 192
  • Cinsiyet: Bayan
  • OsLeM
Cemil Meriç
« Yanıtla #9 : Temmuz 14, 2009, 01:08:32 ÖÖ »
çok önyargılıydım bu şahsa karşı.. ta ki bi kitabını okuyana kadar..

teşekkürler..

Çevrimdışı stalker

  • Grupsuz
  • *
  • İleti: 1986
  • Cinsiyet: Bay
Cemil Meriç
« Yanıtla #10 : Temmuz 14, 2009, 01:17:48 ÖÖ »
Bir çok kişi on yargılı(ydı).O yüzden değeri anlaşılamadı, o yüzden Cemil Meriç'i anlamak önemlidir.

Önyargılarınızı bir kenara bırakıp okumuşsunuz ve yola çıkmışsınız anlamak yolunda.Allah devamını da nasip etsin.
Yalnız  ''Bu şahsa'' diye hitap edilemeyecek kadar değerli bir üstatdır O.

Ben teşekkür ederim görüşlerinizi paylaştığınız için

« Son Düzenleme: Temmuz 14, 2009, 01:22:26 ÖÖ Gönderen: stalker »

 

Seo4Smf 2.0 © SmfMod.Com | Smf Destek