Biliyoruz, birçoğunuz bu yazıyı okuduktan sonra unutup gideceksiniz... Televizyonlarda 17 Ağustos’un acıları bir günlüğüne de olsa tekrar hatırlatılacak ve ertesi gün her şey eskisi gibi olacak. Çünkü insan unutur... Elinden başka bir şey gelmez. Ama o anı yaşayan, evlatlarını kaybeden kadınlar unutmazlar. Bunun içindir ki gözlerinden süzülen yaşların miktarı hiç değişmez.
Küçük bir salonda ağlaya ağlaya gerçekleştirilen aşağıdaki röportajdan çıkan bir ana fikir var: İnsan inanılmaz bir canlı! Altından kalkılamaz, bu yürek dayanmaz denilen bir noktada bile dimdik durabiliyor. Emine Yapıcı, Beynan Taftaoğlu ve Nilgün Karamert’in hikayesini okuduktan sonra bize hak vereceksiniz sanırım...
SERKAN’I KAYBETMİŞTİM
17 Ağustos’ta, kimsenin kimseye uzun bir süre yardım edemediği bir gece yaşandı. Gölcük’te bütün evler yerle bir olmuştu. Binlerce ev, binlerce insana mezar oldu. Betonların altında kalanlar saatlerce kurtarılmayı bekledi. Göçük altında kalan Emine Yapıcı 13 saat boyunca oğlunun canlı olarak kurtarılması için dua etti. Oysa ne güzeldi bir gün öncesi. Oğlu astsubaylık sınavlarına girecekti. Sabah erken uyanacağı için akşamdan tıraşını olmuştu. Gece yarısını çoktan geçmişti saat. Evleri sallanmaya başladı. Emine Yapıcı üç adım atmamıştı ki binanı yıkıntıları arasında kaldı. Üzerlerindeki beş katın altında kaldılar. Sanki yok olmuştu Gölcük. O sırada bile sadece kendi evlerinin yıkıldığını düşündü Yapıcı. Birazdan gelecekler ve 19 yaşındaki oğlu Serkan’ı da kurtaracaklardı. Ama öyle olmadı...
Göçük altında, havanın yavaş yavaş tükendiği, tamamen çaresiz kalındığı bir durumda ne düşünür insan? Emine Yapıcı yanıt veriyor: ‘O sırada enkazın altında ölmek istiyorsunuz, ölemiyorsunuz. O kadar kötü ki orada yaşamak. O enkazların altında kimse hemen ölmedi aslında. Herkes saatlerce acı çekerek öldü. İşte orada olduğunuzda ölmek istiyorsun ölemiyorsun. Çocuğun ölsün veya kurtulsun diyorsun ama çaresizsin. Nefesinin tükendiğini hissediyorsun. Öleyim diye gözünüzü kapatıyorsunuz ölemiyorsunuz. Allah’a yalvarıyordum oğlumu ya öldür ya kurtar diye. Yapabileceğiniz hiçbir şey olmuyor...’
Göçük altında oğluyla sürekli konuşuyordu Yapıcı. Serkan ona ‘Anne hakkını helal et, bizi buradan kurtaramayacaklar galiba’ demişti. Aradan 12 saat geçti. Serkan’ı enkazdan yaralı olarak çıkardılar. 16 saat sonra da Emine Yapıcı yaralı olarak çıktı. Serkan Gölcük Askeri Hastanesi’ne götürüldüğünü öğrenen annesi, ‘Beni de oğlumun yanına götürün, orada tedavi edin’ dedi. Öyle yaptılar. Hastaneye gittiğinde çevresindekilere oğlunun nerede olduğunu sordu. Bu kez GATA’ya götürüldüğünü öğrendi. Yine onun yanında olmak istediğini söyledi. Ayağı ezilmişti, her yerinde kırıklar vardı. Canıyla uğraşırken Serkan’ı o arada kaybetmişti işte...
KAPIMI HİÇ KİLİTLEMEDİM
Emine Yapıcı, hastaneden çıktığında depremin üzerinden sekiz ay geçmişti. Üç buçuk yıl boyunca Türkiye’nin her yerinde oğlunu aramaya başladı. Yoktu. Emniyet birçok kez telefon ediyor, ‘Şüpheli birinin cesedi var, oğlunuz olabilir’ diyordu. ‘Acaba oğlum mu?’ diyordu. Gidiyordu. Biri çıkıyor. Bir yerde ‘Serkan’a benzeyen birini gördüm’ diyordu. Koşuyordu, günlerce izini kovalıyordu. Girmediği yer kalmadı. Morgların koridorlarında geçiyordu günler... Türkiye kazan anne kepçe oldu. Ama oğlu yoktu.
Belki Serkan gelir diye kapısını hiç kilitlemedi depremden sonra. Telefonu kulağının dibine bırakıyordu, belki bir yerlerden haber gelir diye. Kimsesizler mezarlığında olabilir diye mahkemeye başvurdu. Elbette oğlu çıkmayacaktı ama insan çaresiz kaldığında her şeyi yapabilirdi. Bu gibi zamanlarda her şey akla geliyordu. ‘Sanki depremi sen yapmışın, çocuğunu sen kaybetmişsin gibi önüne o kadar çok engel çıkıyor ki bu ülkede... Ben depremi yaşamışım ama dosya parası, mahkeme parası, mezarların açılma parası derken belim iyice büküldü. Ama sürekli istiyorlar. Bulmak için her şeyi göğüsledim. Çünkü o mezarların açılmasını istiyordum. Üç buçuk yıl sonra mezarlar açıldı nihayet. Türkiye’de ilk kez toplu bir mezar açılacaktı.’
Saraylı’da 17 Ağustos Mezarlığı’nı açtılar. Görevliler mezarları açarken içinden ‘Oğlum asla buradan çıkmaz’ diyordu. Çünkü oğlunun öldüğünü bile düşünmüyordu. Son mezara kadar çok şükür çıkmıyor diyordu. Son mezar açıldığında ortada garip bir hareketlenme oldu. Ondan Serkan hakkında bilgiler alınmıştı. Üzerinde şort vardı, künyesi boynundaydı... İşte bu bilgileri vermişti onlara. Son çıkan ceset apar topar ambulansa konuldu. Emine Hanım’a ufak bir çocuk cesedi olduğunu söylediler. Ama o Serkan’dı!
BEN NASIL ÇILDIRMADIM?
Kemik testi yapılması gerektiğini belirtti yetkililer. Kemik testinden sonra DNA testi için dokular İstanbul’a götürülecekti. Bir işleme altı ay sonrasına gün verildiği için süreci hızlandırmak istedi. Oğlunun dokularını alıp İstanbul’a gitti. ‘Bazen yaşadıklarımın ne kadar feci olduğunu düşünüyorum, nasıl çıldırmadığımı’ diyor anne. Oğlunun parçalarını bir kavanozun içinde taşımanın acısından bahsediyor... Bir annenin bunu nasıl kaldırabileceğini... Sonra ağlıyor. Bütün işlemleri bitince ve kimsesizler mezarlığında bulunan naaşın Serkan’a ait olduğunu öğrenince üzerinde oğlunun isminin yazıldığı yeni bir mezar yaptırdı.
Serkan o gece kasığından yaralanmıştı. Morlukları vardı ama dışarıdan kemiğinin kırıldığı belli olmuyordu. O karmaşa içinde doktorlar hafif yaralananları bir köşeye çekiyordu, ağır hastalara öncelik veriliyordu. Hemşirelere ‘Annemi çıkarın’ diyen Serkan’ın durumu tam olarak belirlenemediği için hafif yaralananların yanına konuldu. İç kanama geçiriyordu. Sonrası muamma... Nasıl kaybolduğu, nasıl kimsesizler mezarlığına gömüldüğü de...
Emine Yapıcı oğlunu tekrar mezara koyduktan sonra hayata karşı bütün umudunu yitirmişti. O ana kadar oğlu için yaşıyordu... Sonra arkadaşları onu ayakta tutmaya başladı. Depremden sonra çevresindeki engelli sayısının fazlalılığı dikkatini çekti. Sonrasını o anlatsın...
YARDIM EDEREK DAYANABİLDİM
‘Etrafımızdaki engellilerin kimsesiz kaldığını gördüm. Gölcük’teki depremden sonra engelli olan bir sürü insan artık evinden dışarı çıkmıyordu. Ben onları ikna etmeye başladım. Onlar için bir dernek kurduk. Saraylı’dan İzmit’e gidemiyordu insanlar. Şimdi onların evdeki hizmetlerinden, hastane sorunlarına kadar tüm sorunlarıyla ilgileniyorum. Engellileri sosyal hayata katmaya çalışıyoruz. Kurslara gönderiyoruz, dil eğitimi, aksesuvar, takı, bilgisayar kurslarına gönderiyoruz. Ben de en azından onlara verdiğim her hizmet, onların mutlu olduğunu görmek beni hayata bağlıyor. Yoksa hayata bağlanmazdım. Bir engellinin tekerlekli sandalye problemini çözüyorsam mutlu oluyorum. Kendi acımı, yaşadıklarımı unutuyorum.’
Geceleri kendimle konuşurum
EMİNE Yapıcı depremden sonra derdini kimselerle paylaşmadığını anlatıyor: ‘En yakın arkadaşlarımla bile 17 Ağustos’u konuşmam. Gece konuşurum ben. Kendi başıma. Dışarıda benim yanımda konuşanlara bile tepki gösteriyordum. Hala sabahın dördü oluncaya kadar yatamıyorum. Uzun bir süre prefabrik evde yaşıyordum. Şimdi üç katlı bir binaya taşındım. Yüksek katlı binalara hala giremiyorum. Evlerimiz komşumuzla karşılıklıydı. Onların da oğluma benzeyen, çok samimi olduğu bir çocukları vardı. Hala Özgür’ü yolda görsem yüzüne bakamıyorum. Oğlum aklıma geliyor ona bakarken. Özgür’ü çok sevmeme rağmen onunla konuşamıyorum işte. Kızım üzüntüden şeker hastası oldu. O daha fazla üzülmesin diye, şekeri yükselmesin diye yanında gözümden yaş akıtmamaya çalışıyorum. Ama gece olduğunda gözyaşlarımı tutamıyorum.’